“İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana büyük Atatürk'ün gösterdiği istikametteki kalkınma, gelişme, büyüme ve uygarlığa ulaşma istikametinde çok büyük katkısı vardır. Bu katkı, zannımca biz mühendislerin tevazuundan gelen bir sebeple istenildiği kadar da anlatılmış değildir…”
İTÜ 1949 mezunu Süleyman Demirel, meslek yaşamı ve önemli roller üstlendiği siyaset yaşamı boyunca İTÜ’ye desteğini sürdürdü; İTÜ mezunu olmanın verdiği gurur duygusunu, İTÜ’lülerin ülke kalkınmasına yaptıkları katkıyı her fırsatta dile getirdi. Pek çok defa ziyaret ettiği İTÜ’nün 221. Akademik Yılı açılış töreninde yaptığı konuşmasında bu duygu ve düşünceleri ifade ediyor…
Mensubu bulunmaktan gurur ve onur duyduğum bu büyük ilim ve irfan müessesesinin değerli rektörünü, değerli öğretim kadrolarını, sevgili hocalarımı, misafirleri, eski mezunlarını, basınımızın değerli mensuplarını sevgiyle selamlıyor, bu büyük müessesede gelecek için parlak hayallerle eğitim ve öğrenim görmekte olan sevgili gençleri sevgiyle kucaklıyorum.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, büyük Atatürk'ün gösterdiği istikametteki kalkınma, gelişme, büyüme ve uygarlığa ulaşma istikametinde çok büyük katkısı vardır. Bu katkı, zannımca biz mühendislerin tevazuundan gelen bir sebeple istenildiği kadar da anlatılmış değildir.
Ama ister anlatılmış olsun, ister anlatılmamış olsun bilen bilir. Ama “Bilen bilir” deyip meseleyi orada bırakmak doğru değildir çünkü, eğer geleceğe bakıyorsak, neyin üstüne basıp bakıyoruz; onun bilinmesinde yarar olur.
Fevkalade mutluyum gerçekten, 1993-1994 eğitim-öğretim yılına Türkiye, 57 üniversite ile başlıyor. "57 üniversite ile başlıyor" dediğimiz zaman -ki bunu, bugün altıncı üniversitemizde konuşuyorum- altı defa daha konuşacağım. Zihinlere “Bu kadar çok üniversiteyi Türkiye ne yapacak” veya “Bu kadar çok üniversiteyi Türkiye nasıl yapacak" gibi sorular geliyor. Ayrıca, "Bugün mevcut olan üniversitelerden çıkanlara kâfi derecede iş veremeyen Türkiye'nin, bu üniversitelerin sayısını arttırmak suretiyle yeniden üniversite mezunu yapacağı kişilere nasıl iş verecek?" gibi sorular geliyor.
Evvela şunu ifade edeyim ki, yaygın eğitim, örgün eğitim, bu yaşa gelmiş 100 çocuğunun henüz 15'ini üniversite eğitimine sokabilen Türkiye, 85 çocuğunu duvarın dışında bırakmaktadır. Binaenaleyh, 85 çocuğuna nasıl iş verecekse, bunu 15-20'ye çıkarırsa, oradan 5'i alıp buraya koymuş olacak netice itibariyle. Yani, 85'e iş veremiyorsa, esas Türkiye'nin meselesi odur. Kaldı ki, her yerde söyledim, söylüyorum: Bu ülkede herkese yetecek kadar ekmek vardır. Yalnız, ekmek hiç kimsenin yanına getirilip konmuyor, ekmek aslanın ağzındadır. Ekmeği aslanın ağzından söküp alacaksınız. Neden mi okutalım çocuklarımızı, diyoruz, işte ekmeği aslanın ağzından söküp alacak beceriyi kazansınlar, mücadele gücünü kazansınlar, şevki kazansınlar ve onun yollarını, metotlarını öğrensinler, teknolojiyi kazansınlar, ilmi kazansınlar; işte bunun için okutalım diyoruz.
“Türkiye bugünkü gibi kalacak değil ki..."
Efendim; okutmaya hiç kimse karşı çıkamaz ama böyle tedirginlikler, bizim bu büyük kurumun öğrencisi olduğumuz zamanlarda arkadaşlarımızda da vardı. Biz 1948 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okuya okuya bitiremedik ama hâlâ tadı damağımızda. Bu genç öğrencilerin yerinde ben şimdi olmak isterim, hatta bu büyük müessesenin birinci sınıfında olmak isterim. Ama netice itibariyle ömrümüzün önemli bir kısmını geçirdiğimiz bu müessesenin fevkalade saygın, hepimizin gönlünde saygınlığını her zaman muhafaza etmiş olan Osman Taylan Rektörümüze gittik. İşte, 6 sınıfında 600 öğrencisi bulunan ve her sene 100 öğrenci alan bu okulun, evvela Yüksek Mühendislik Mektebi, sonra Teknik Üniversite, ondan sonra Teknik Üniversitenin öğrencileri olarak hocamıza dedik ki, "Acaba süpürgecileri de mi mühendislerden alacaksınız, bu kadar öğrenci alıyorsunuz!" Bu bizim ‘7 – İnşaat’ın yıllığında yazılıdır, burada ‘7 İnşaat’tan benim arkadaşlarım var, onlar bunu bilirler.
Hoca gerçekten çok fazıl, çok erdemli bir insandı. Bizim ara sıra böyle gençliğin verdiği heyecanla özgürlüğümüzü ve cesaretimizi de göstermiş olmak için çıkışlarımıza gayet mülayim mukavemet ederdi.
Dedi ki, "Çocuklar, Türkiye bugünkü gibi kalacak değil ki." Biz, bu lafın değerini seneler sonra anladık. “Türkiye bugünkü gibi kalacak değil ki..." Binaenaleyh, 1993 Türkiyesi’nin, ki benim söylediğim, bu sıralara gelip oturduğum zamanın üzerinden yarım asır geçmiştir. Binaenaleyh, bu yarım asırda "Türkiye ne yapmıştır?"ın en önemli şahitlerinden biri benim. Ben, bu “Türkiye ne yapmıştır?"ın sadece şahidi değil, içindeyim ve eleştirilen kişiyim; enine boyuna, iyisiyle kötüsüyle, hoşa gideniyle, gitmeyeniyle eleştirilen bir kişiyim; eleştirilmiş olmaktan da mutluyum.
Onun içindir ki, söylemek istediğim şey; geriyi bir hikâye gibi anlatma olayı değildir. Yalnız; “1993 Türkiyesi burada kalacak değildir” derken “1948 Türkiyesi orada kalacak değildir" diyenlerle irtibat kurmak istiyorum. Nihayet 1950 rakamları hafızamdadır; kimse yanlış anlamasın, yani bir devrim falan kastediyor değilim, sadece bir kıyaslama yapmak için. Evet, burada İTÜ'nün Marşı söyleniyor, "Coşkun sular boşa akar" diyor. Marş bizim öğrenci olduğumuz yıllarda yazılmıştır. Coşkun sular boşa akmıyor bugün, yani epeycesi boşa akmıyor öyle diyelim. Çünkü, 1923 Türkiyesi’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ettiğimiz zaman 77 milyon kilovatsaat elektriği var, Ankara şehrinin elektriği yok henüz, yani hiçbir kaynaktan yok, sade gaz lambalarıyla oturuluyor. 1950 Türkiyesi’nin 780 milyon kilovatsaat elektriği var; 10 kat katlanmış. Ve 1993 Türkiyesi’nin 70 milyar kilovatsaat elektriği var; 100 kat katlanmış. Yalnız, mesele bitmiş değil. Benim ülkemde hâlâ adam başına 1000 kilovatsaat elektrik ya düşüyor ya düşmüyor; uç uca. Bugün ileri uygarlık seviyelerine ulaşmış dediğimiz ülkelerde adam başı en az 5000 kilovatsaat ve iyice kalkınmış bir ülkede 1O bin ile 15 bin kilovatsaat elektrik üretiliyor.
Binaenaleyh, Büyük Atatürk'ün gösterdiği hedef olan, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşacaksınız. Çağdaş uygarlık seviyesine elektrikle ulaşmış olur muyuz? Hayır, tek başına onunla ulaşmış olmayız, başka göstergelerimiz var. O göstergeleri de ona göre düzelteceksiniz.
Oturduğunuz yerde konuşarak, hayal kurarak bir yere varamazsınız. Ama hayal kurmak şarttır, konuşmak da şarttır fakat kâfi değildir. Binaenaleyh, lazım ve kâfi şartı yerine getirebilmek gerekir. İşte burada benim üniversitem, benim bu yuvam devreye girer.
Değerli misafirler, Türkiye'nin elektriğinin 77 milyon kilovatsaatten 777 milyon kilovatsaate çıkarılmasına ve bunun yüz kat arttırılarak 70-80 milyar kilovatsaate çıkarılmasında bu kurumun yetiştirdiği pek çok değerli mühendisin büyük hissesi vardır. Yani, benim meslektaşlarım Türkiye'nin uygarlığının yapıcılarıdır. Sessiz sedasız bunu yapmışlardır. Bugün çoğunun isimlerini dahi kimse bilmez. Ve ben 50 sene evvelden bu büyük hareketin içinde, 1949 Nisanı’ndan itibaren devletin hizmetinde bulunan bir insan olarak bunları biliyorum. Çünkü, çoğu ile beraberce o heyecanı ve çoğu ile o işleri beraberce yapma imkânı buldum. Sonradan siyasetin bana verdiği imkânlardan yararlanarak çoğuna da yapabilme fırsatlarını açtım.
Bilim adamlarımızın Türkiye'nin her meselesi hakkında düşünceleri olmalıdır, bu düşüncelerini gayet hür bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Binaenaleyh, biz onların kimler olduğunu biliyoruz, bunlar isimsiz kahramanlardır; Türkiye'nin kalkınmasına, mamur ve müreffeh Türkiye haline gelmesine iştirak eden mimarlar ve mühendislerdir. Mühendisliğin bütün dallarını sayıyorum bunun içerisinde. Bu isimsiz kahramanları, benim meslektaşlarımı, benim arkadaşlarımı, benim irfan yuvamdan yetişen bu insanları huzurunuzda, ebediyete intikal edenleri rahmetle anıyorum.
Bugün benim yaşıma gelmiş olanların önemli bir kısmı yavaş yavaş aktif hayattan çekilmektedir. Aktif hayatta olanlar da çoktur. Onlara da Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı olarak minnet ve şükranlarımı sunuyorum.
Değerli misafirler, biz bu ülkenin mevcut fakat gizli olan kaynaklarını geliştirmeye koyulduk, oradan refaha çıkacağız dedik. Biz bu ülkenin insanlarını eğitmeye koyulduk. Dedik ki, Cumhuriyet'in 50'nci yılında yani 1973 yılında artık Türkiye'de ilkokula gidemeyen kimse kalmamalıdır. Çok eski bir zaman değil bu, 20 sene öncesi. Çünkü, 1960'lı yıllarda benim ülkemin çocuklarının %30'u hâlâ ilkokul imkânlarından mahrumdu.
Binaenaleyh, geldiğimiz zaman, 1993 Türkiyesi’nde pratik olarak ilkokula gidemeyen kimse yoktur.
Bu da 12 milyon çocuktur ve bu ülkenin en büyük varlığıdır. Türkiye'nin ilkokula giden 12 milyon çocuğu neredeyse Hollanda devletinin bütün bir nüfusu kadardır. Ve Türkiye'nin her tarafında her ilçesinde bir lise, her kasabasında ortaokul olmalıdır gayretlerinin içine girdik, bunu da başardık. Bugün Türkiye'nin her ilçesinde lise, her kasabasında ortaokul vardır. Şimdi sıra üniversite eğitimini yurda yaymaya gelmiştir. Evvela şunu söyleyeyim ki, üniversite eğitimi demek bence noksandır. Üniversite kurumunu, müessesesini Türkiye'nin her tarafına götürmek lazım. Çünkü üniversite, sadece eğitim ve öğretim veren bir müessese değildir, onu aşan bir müessesedir.
“Bilim adamlarımızın Türkiye'nin her meselesi hakkında düşünceleri olmalıdır“
Benim kanaatimce, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasama organı vardır; Meclistir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümeti vardır: Meclisin içinden çıkar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Çankaya'sı vardır, Cumhurbaşkanı vardır; onu da Meclis seçer. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yargı organı vardır. Bunlar organlarıdır ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin organları bu kadar değildir. Üniversitesi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin organlarındandır. Binaenaleyh, bu organ yükseköğretim ve eğitim verirken dünya meselelerinden ve ülke meselelerinden kendisini soyutlamaz; bu mümkün de değildir. Dünya meseleleri ve ülke meseleleriyle bir üniversitenin ve o üniversitenin mümtaz, seçkin bilim adamlarının meşgul olması gayet doğal olmalıdır bana göre. Bizim ‘aydınlar’ dediğimiz, Batılıların elit dediği ve Ortaasya'daki kardeşlerimizin ‘ziyalılar’ dediği bu bilim adamlarımızın Türkiye'nin her meselesi hakkında düşünceleri olmalıdır, bu düşüncelerini gayet hür bir biçimde ortaya koymalıdırlar. Diyeceksiniz ki, "Siz, üniversiteyi siyasete mi çekiyorsunuz?" Hayır, entelektüeli, eliti ve ilim adamı, bu ülkenin meseleleriyle uğraşmayacaksa sanıyorum ki, önemli bir görevini yapmayacaktır. Bu ülkenin meseleleriyle uğraşmak için eğitim meselesi hakkında, enerji meselesi hakkında fikri olması için Türkiye'de devletin işletmesi hakkında fikri olması için ve bunları söylemesi için mutlaka siyasi zemin şart değil.
Aslında benim söylemeye çalıştığım, bu ülkenin insanları tümüyle kendi oturdukları beldenin sorunlarıyla meşgul değillerse o beldenin sadece havasını teneffüs edip, suyunu kullanıp, nimetlerinden yararlanıyorlarsa ama o belde ile meşgul değillerse ve beldenin kirlenmesine, pislenmesine, orada hayatın çekilmez hale gelmesine karşı "Neme lazım" diyorlarsa hemşehrilik hakkını unutuyorlar. Bir beldenin insanları -kim olursa olsun- o ülkenin sorunlarıyla meşgul değillerse bence vatandaşlığın sorumluluğunu taşımamaktadırlar.
Binaenaleyh, bütün bunlara bakarak ben diyorum ki, "Üniversite kurumu, devlet, halk ve üniversite üçlüsünün bir uyum içerisinde olduğu ve her üçünün de birlikte, hepsinin birlikte, bu ülkeyi daha ileri götürme ve uygarlık yarışında varsa kestirme yollar, anlam arama yoksa alnımızı terlete terlete bu uygarlık merdivenini çıkmaya hep beraber devam etmemiz lazım. Bugün Türkiye'de herkesin her zamankinden daha çok -dünya şartları böyle gerektiriyor- Türkiye meselelerine beraberce bakması ve bunu sürükleyip götürmesi lazım. İşte onun için üniversite diyoruz. Zaten bu üniversitelerin çoğu aslında çeşitli fakülteler şeklinde mevcut, geçen 20-30 sene zarfında bu temeller atılmış. Nitekim, Sakarya'da üniversite kuruyoruz. Sakarya Üniversitesi’ni zaten İstanbul Teknik Üniversitesi götürüyor. Evet, bugün Allah'a şükürler olsun, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin yanında Karadeniz Teknik’i, Yıldız Teknik, Orta Doğu Teknik Üniversitesi gibi teknik üniversitelerimiz var. Ve Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni de İstanbul Teknik Üniversitesi kurmuştur, ‘uçan profesörler’le. Eğer, "Canım burada nasıl kuracağız bunu" desek, orada üniversite olmazdı. O üniversite kendi öğretim üyelerini, profesörünü kendi içinden çıkarmıştır. Şimdi, 57 tane üniversite var. Bir New York eyaleti içerisinde 70 üniversite, bir Tokyo'da yine 70 üniversite var.
Hiç kimse bunları gözünde büyütmesin, "Ne yapacağız bu kadar üniversiteyi" demesin. Bu üniversiteler tam yükünü aldığı zaman dahi Türkiye aslında 100 çocuğundan 30'unu ancak okutabilecek durumdadır. Onun için uygarlık yarış ister. Uygarlık yarışı mutlaka eğitimden, öğretimden geçiyor. Eğitim ve öğretim de sadece bir şeyi bilme olayı değildir. Eğitim-öğretim, bilhassa yükseköğretim, eğilim ve öğretimi aşan bir olaydır. Bu müessese sadece mühendis çıkarmaz, mühendislik bilgilerini verip ortaya salmaz. “Nereden biliyorsunuz” derseniz, işte ben varım burada. Bu kadar sene mühendislik yaptıktan sonra hak, hukuk arayıcılığının içine girmişim ve siyasi bir mücadeleyi, demokrasi mücadelesini yapmak durumunda kalmışım.
Ben, "Neme lazım, kim ne yaparsa yapsın" desem, buralarda ülkeme hizmet imkânları olmazdı. Binaenaleyh, bu büyük kurum, Türkiye'nin her sahasında hizmet veren değerli arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi yetiştirmiştir. Onun içindir ki üniversite dediğimiz olay bir başka olaydır. Yani, buradan yetişecek gençlerin bir formasyon alarak yetişmiş olmaları lazımdır. Bu formasyonu bize veren değerli hocalarıma minnetlerimi, şükranlarımı sunuyorum, arkadaşlarım adına da sunuyorum.
Bu müesseseden gelmiş geçmiş bulunan bütün mühendisler adına, bizlere ömürlerinin en iyi zamanlarını harcayarak o formasyonu meslekle birlikte veren değerli hocalarıma, ki sağ olanları minnetle anıyorum, ebediyete intikal edenleri de şükranla anıyorum. Devlet, halk ve üniversite üçlüsünün bu ülkeyi daha ileriye götürme ve uygarlık yarışında birlikte hareket etmesi lazımdır.
Sevgili gençler, ben bunları geçmişi anlatmak için söylemiyorum. Sizlerden istediğim şey; Türkiye'nin meselelerine heyecanla gireceksiniz. Türkiye'yi daha büyük yapma, daha güçlü yapma, Türkiye halkını daha çok refaha götürme ve uygarlık yarışında üstünüze düşeni yapma heyecanıyla gireceksiniz. Bu heyecanla girerken de size o heyecanı ve onun gerektirdiği beceriyi veren bugünkü değerli öğretim kadrolarınızı her zaman saygıyla ve şükranla anacaksınız. O zaman başarınız mutlaktır. Heyecan istiyoruz. Türkiye'ye heyecan istiyoruz. Bu heyecan olmadıkça, aslında meslek icra etmekte de fevkalade zorluklar vardır.
Bakın, ben size ne söyleyeceğim; 1950'li yılların başında, yani bizim mühendisliğe başladığımız yıllarda, Elazığ şehrinin elektrik ihtiyacı için, Hazar Gölü'nü delip orada 500 metre yukarıda olan gölü Elazığ Ovası’na akıtmamız suretiyle kurulacak bir hidroelektrik santralının projesini bana "yap" diye verdiler. Ben aldım, projeyi yaptım. Projenin tasdik edilmesi lazımdı. Bu 6000 kilovatlık bir küçük santral. Buradan çıkacak olan elektrik de 10-15 milyon kilovatsaatten ibaretti. Bu kadar elektriği nereye koyacaksınız diye, tasdik makamı tasdik etmek istemedi. Ondan sonra, "Ne yapacağız bu kadar elektriği?" diye birbirimize bakındık ve o projeyi tasdik edenlere dedik ki, buralar soğuk yerlerdir, herhalde bunun bir kısmını da ısıtmada kullanırız. Ve öyle geçtik duvarı. 1966'da biz orada 1 milyon kilovat takatli ve senede 6 milyon kilovatsaat elektrik üretecek Keban Barajı'nı yapmaya başladık. Şimdi Keban Barajı'nın temelini attığımız 12 Haziran 1966 tarihini hatırlıyorum, hiçbir şey yok orta yerde; ne göl var, ne santral var. Ve gerçekten büyük bir heyecanla yaptık. Fırat'a altın kelepçe vuracağız. Bu kelepçeyi vurduk. Bu kelepçeyi, orada karda kışta, tozda toprakta vuranların çoğu da yine bu büyük irfan müessesesinin mensuplarıdır. Ve huzurunuzda pek çoğumuzun tanıdığı, benim çok değerli arkadaşım; -çünkü bu kavgayı verirken, ben başbakandım- bu kavgada Keban Barajı Müdürü olarak o hizmetleri yapan ve bugün rahmet-i rahmana ulaşmış bulunan Hazım Tütüncüoğlu'nu rahmetle anıyorum.
50 sene geriye gidiyorum ve bu bir emsaldir. Böyle yemeden içmeden, yüzünü yıkayacak vakti bulmadan, bu ülkeyi fethetmek için şurada fabrika yapmak için uğraşan, burada liman yapmak için uğraşan ve Türkiye'ye 45 bin kilometre bir uçtan bir uca, asfalt yollar kazandıracağız, 60 bin kilometre yüksek gerilim hattı kazandıracağız diye uğraşan, şurada hastane yapmak için uğraşan, burada sulama tesisi, şurada okul yapacağız diye uğraşan, bu gerçekten isimsiz kahramanların, altını çizerek söylüyorum ve gurur duyarak söylüyorum; çok büyük sayısı bu büyük kurumun mensuplarıdır.
Binaenaleyh, Türkiye kalkınmasına böylesine büyük katkıda bulunmuş olan bu ilim ve irfan kurumunda konuşurken, belki bu müessesenin mensubu olmanın bana verdiği heyecanı tatmanın da sevinci içerisindeyim. Ama evvela bir hakkı dile getiriyorum ve bu hakkı teslim ediyorum.
“Değerli hocalarım, bu ülkenin sizlere minnet ve şükranı vardır”
Değerli misafirler, rahmetli Burhanettin Hoca, bizim hidrolik hocamızdı: ‘Sucu Burhan’ namıyla da maruftur. Fevkalade dikkatli bir hocamızdı, fevkalade ciddi bir hocamızdı. 09.00 dediği zaman derse girilirdi, zil çaldığı zaman da bırakılırdı. Hiç kimse sual falan soramazdı, tahtaları doldururdu, yazardı, biz de onun söylediklerini yazardık. Bize çok güzel hidrolik öğretmiştir. Ben, bir sene sonra Ahmetli'ye gittim. Ve hiçbir şeyde yabancılık çekmediğim gibi benimle beraber çalışan mühendislerin hepsinden daha iyi hidrolik mühendisiydim. O, benim okulumun verdiği bir şeydi.
Onun bize öğrettiği şeyler içinde; Türkiye dışında birtakım kitaplar, tesisler de vardı, bir de Elmalı Bendi vardı burada. Şimdi şehrin içinde kalmıştır. Ama bakın 1940'lı yıllardan l 990'lı yıllara. Elmalı Bendi’nin arkasında üç-beş milyon metreküp su vardır. Atatürk Barajı'nın arkasında 46 milyon metreküp su var ve bu, bugün teşekkül etmiştir: Binaenaleyh, Allah kısmet ederse önümüzdeki mayısta Türkiye Cumhuriyeti Devleti 26'şar kilometreden ibaret olan 7 metre çapında çift tünelli Urfa tünellerini işletmeye açacak ve Halil İbrahim bereketi çıkacak. Urfa'nın 15 milyon metreküp suyu 10 bin dönüm araziye akacak. Bu, Türkiye'nin başarısıdır ve bu başarıda da yine sizin öğrencilerinizin, başta ben olmak üzere büyük rolü vardır.
Evet, işte bunlar olsun diye orada didinen, çırpınan ve bugün yine rahmet-i rahmana kavuşmuş bir İsfendiyar Tuncer'i de burada rahmetle anacağım. Ve o işi yapanları da Türk müteahhitleri, Türk mühendisleri, onları da tebrik ediyorum. Bir Cemal Tural ve arkadaşlarını, gerçekten meydana getirdikleri eserin övüncü içerisinde tebrik ediyorum. Bu benim sevincim, benim içime sığmıyor; bu sevinci benimle taksim edesiniz diye bunları size aktarıyorum.
Ve nihayet, değerli hocalarım, yılın her ayında, her gününde burada önünüze gelen bu ülkenin gençlerinin, yalnız kafalarına değil, kafalarına ve gönüllerine koyduğunuz şeylerin boşa gittiğini falan hiçbir zaman sanmazsınız ama sanıyorum ki, nereye gittiğini kâfi miktarda bilmenizde yarar vardır. Çok iyi yerlere gitmiştir ve "Sainiz mefkur olsun" tabirini kullanacağım: Gerçekten bu ülkenin sizlere minnet ve şükranı vardır.
“Bilim hür bir atmosfer ister”
Ben devlet başkanı olarak size nakletmek durumundayım. Bilim hür bir atmosfer ister. Bizim de yapmamız gereken şey bilime katkıda bulunurken önce bilim atmosferini daha iyi hale getirmektir. Bu ülkenin kalkınmasına hizmet, bu ülkeyi aslında yoksulluktan, fukaralıktan, cahillikten, çaresizlikten kurtarmak olayı işte bizim uygarlık kavgamız bu. İşte Atatürk'ün dediği söz de bu. Ve şimdi yeni bir dönem başlamıştır. Yani, biz yaptık, bitirdik, unu eledik, eleği astık: Hayır! "Canım, hep mi koşacağız?" derseniz, evet.
Uygarlık zor bir şey. Uygarlık sadece ulaşmakla biten bir iş değil ve hep koşulacak. Uygar insanlarla beraber koşulacak, onlardan geri kalmamak için koşulacak. Evet, önümüzde epeyce yapılacak işimiz var. Bakınız Türkiye, önümüzdeki on seneyi çok iyi geçirmeye mecbur. Benim size deminden beri anlattığım 50 sene zarfında meydana getirdiğimiz her şey küçük kaldı. Şimdi, daha büyüklerini yapıyoruz. 100 milyar kilovatsaat elektrik küçük, benim 2000 yılında 200 milyar kilovatsaat elektriğe ihtiyacım var. Bir nükleer santral yapamadık. Nükleer santral deyince, birtakım insanların tüyleri diken diken oluyor da. Fransa, elektriğinin %75'ini nükleer santraldan alıyor. Nihayet oradaki insanlar da uygar insanlar, onlarınki de can. "E, nükleer santral bozulsa bize zarar verir." Zaten sizin ülkenizde olmasa da bozuluyor Çernobil'de olduğu gibi, size gene zarar veriyor.
Ve şimdi, burada Türkiye yeniden iki tane yüksek teknoloji enstitüsü kuracak; bunlar hep 2000 yılı ve sonrasının hazırlıklarıdır. Bir fırtına geliyor: Teknolojide çok büyük icatlar ve çok büyük yenilikler olacaktır. 1895'te günün Amerika cumhurbaşkanına günün İcatlar Dairesi başında bulunan zatı gider der ki, "Sayın başkan, artık icat edilecek bir şey kalmamıştır. Binaenaleyh, İcatlar Dairesi’ni kapatalım." Ve o günden bu yana o daireden 4.5 milyon icada daha berat kararı geçilmiştir.
1900 senesine kadar dünyanın nüfusu ne ise 90 senede bir o kadar eklenmiştir. Bugün 4.5 milyar dünya nüfusu var. Bu 2010'lu, 2020'li yıllarda 10 milyar olacak ve bu nüfus ne yiyecektir? Dünyayı yer. "Dünya yenir mi?" derseniz, dünya şöyle yenir: Yani, yeşilini bitirirsiniz, denizini kirletirsiniz, suyunu içilmeyecek hale getirirsiniz ve havasını teneffüs edilmeyecek hale getirirsiniz, sonra? Sonra yapacağınız bir şey yok. İşte cehennem bu, kâbus bu. Ve o zaman dünyaya, "Dur ki, inem" de diyemezsiniz. Öyleyse bu kaygılar insanlığın kaygısıdır. Bu kaygılardan biz uzak değiliz.
Rio de Janeiro'daki deklarasyonun altına Türkiye adına ben imza attım. Binaenaleyh, epey çağ açılıyor. Bu çağ yeniden bilim ve teknoloji çağıdır, toplumlar da bilim toplumudur: Sayın rektörümüz gayet güzel işaret etti. Bu bilim gelişmesinin dışında kalamazsınız.
Ve iki cümle de şunu söyleyeyim ki, bilimin milliyeti yoktur, bilim üniversaldir. Binaenaleyh, nerede varsa, oradan alınacak ama buna katkıda da bulunulacak. Katkıda bulunmaya bir şey diyen yok ama dünyanın fevkalade ilerlemiş bilimi -çok önemli bir olay- evvela hür bir atmosfer ister, sonra rahat bir atmosfer ister. Bunu herhalde bilim adamlarına benim söylememe gerek yok. O bilim atmosferinin bizden çok daha iyi olduğu ülkeler var. Bizim de yapmamız lazım gelen şey; bilim meydana getirirken, bilime katkıda bulunurken, bilim hazinelerini geliştirirken evvela bilim atmosferimizi daha iyi hale getirmemiz lazım. Yani, burada yöneticilerimizin, rektörlerimizin şikâyetlerini dinliyorum, her zaman dinliyorum. Bu şikâyetlerin yapılabilmesini de gayet normal buluyorum. Her kurumun sorunları var, üniversite kurumunun da sorunları var. Bu sorunları konuşarak ancak çözeriz.
Bunların hepsini üniversiteyle devlet karşı karşıya kalarak değil, üniversiteyle halk karşı karşıya kalarak değil, beraberce çözeriz. Ve bizim yapmamız lazım gelen şey; devlet olarak zaten, işin ortamını yapmaktır. Devlet kendisi âlim yetiştirmez, âlim yetişmesini sağlar.
Binaenaleyh, burada dile getirdiğiniz hususları gayet doğal buluyorum; bunların hepsinin üzerinde ben de duracağım. Ve Teknik Üniversite’nin bazı sorunlarını da değerli rektörüm dile getirdi; onların üzerinde de duracağız. Yani, bir zamanlar, işte Taşkışla'yı elimizden almaya kalktılar, sonra biz çıktık mani olduk onlara. Ondan sonra, kullanımını Teknik Üniversite’ye verdik, tapu istiyorsunuz. Tapu bir muamele meselesidir, yani Hazine size para verecek, sonra siz o parayı Hazine’ye vereceksiniz, tapu verecekler, bizim devlet bu. "Canım kardeşim, bunun neresi tapu?" Devlet tapu veremezmiş, satması lazımmış, bir dolu muamele. Bu tamamlanacak, devlet bürokrasiyi uygulayacak.
Şimdi önümüze bir bakalım. 1993 yılında Türkiye'nin adam başına milli geliri 2660 dolardır. Bu, 2000 yılında 5000 doların üzerine çıkacak. Nasıl çıkacak? Türkiye önümüzdeki yedi yıl zarfında 250 milyar dolar daha yatırım yapacak. Dolar terimiyle söylüyorum, bizim para enflasyonun kanatlarına binmiş uçuyor. Onun için, bizim parayla söylesek akıl almaz rakamlar çıkar. 250 milyar daha: Evet, yeniden yollar, meydanlar, limanlar, fabrikalar, demiryolları yapılacak. "Yaptık" diyorsunuz. Yaptık; biz büyüdük, dünya büyüdü, dünya şartları değişti, yaptığımız daha çok yapmayı zaruri ve mecburi kıldı.
İşte, henüz nüfusumuzun yüzde 50'si köylerde, tarımda, yüzde ellisi şehirlerde yaşıyor. Şehirlerin de bir kısmına şehir demek mümkün değil çünkü, 2000 nüfuslu kasabayı biz şehir sayıyoruz, şehir değil. İstanbul'da oturuyorsunuz, bir megapol ile karşı karşıyasınız: 1O milyon nüfus. Türkiye'nin bugünkü gayri safi milli hasılasının yüzde 40'ını İstanbul, Kocaeli, Bursa ve İzmir üretiyor. Ve zaruret bu. Binaenaleyh, fukaralıktan kurtulmak istiyorsanız, mutlaka toprakta yaşayan insanın sayısını azaltacaksınız. Bu oran Avrupa ülkeleri içerisinde yüzde 11'in altında, Amerika'da yüzde 3, bende yüzde 50. Binaenaleyh, bir organizasyon, şehirleşme olayı ile karşı karşıyasınız. Bunun dikte ettiği birçok şartlar var: Onunla karşı karşıyasınız, yeni bir altyapı ve yeni bir Türkiye.
Sevgili gençler, yeni bir Türkiye'yi yapmaya koyulacaksınız. Buradan diplomalarınızı alır almaz, Türkiye sizi bekliyor. Türkiye herkese ekmek verecek kadar cömert ve bereketli bir ülkedir. Bu ülkede herkesin başını sokacak bir yuvası olacak, ekmeği de olacak, ilacı da olacak, yarına güvenle bakacak. Bunları bir şartla yaparız. O da şudur: Bence, hürriyetçi demokrasiye sahip çıkmak. İşin temeli budur. Devletimize inanmaya devam etmek, kendimize inanmaya devam etmek, Türkiye'nin geleceğine güvenle inanmaya devam etmek. İşin anahtarı da budur, sırrı da budur, bunun üstüne bilimi koyun.
Hepinize en iyi dileklerimle sevgilerimi sunarım.
“Sen git bir arsa bul, bir kampüs yapalım”
Bundan sonrası, 600 öğrencili Yüksek Mühendis Mektebi’nin öğrencisiyim. Sonra, İstanbul Teknik Üniversitesi. Bu dönüşümden de bir sene kaybettiğimizi söylemeliyim. Altı senelik okula girdik, beş seneye indi. Hocalarımız bizi gene altı sene okuttular, sağ olsunlar, bir şikâyetimiz yok. Ama şunu söylemek istiyorum: 600 öğrencili okuldan 21 bin öğrencili bir okula. Gümüşsuyu okulumuz, Mimarlık Fakültesi Taşkışla ve işte burası. Bedri Karafakioğlu'nu hürmet ve minnetle anıyorum: Kendisine 1965'te, "Hoca, ben başbakan oldum. Bir şey yapayım, benden bir şey iste" dedim. "E, şu laboratuvarı... ". "Bunlar kolay, büyük bir şey yapalım." "Sen git bir arsa bul, bir kampüs yapalım." Binaenaleyh arsayı buldum geldim ama arsa Milli Savunma'nın elinde, Maslak'ı kastediyorum. Milli Savunma da arsalarına çok sahiptir, pek bir şeyi vermezler. Nihayet, o gün; o da rahmete kavuştu, Cemal Tural Paşa'dan bu arsayı istedim. Hudut olarak da orada küçük bir derecik var. "Bu dereciğin bir tarafı sizin olsun, o tarafı onların olsun" dedim. Neyse sağ olsunlar, büyük anlayış gösterdiler, o arsayı verdiler.
Maslak'ta çok güzel bir kampüsümüz var. Bu kampüsün meydana gelmesinde pek çok yöneticinin emeği geçti ama değerli arkadaşım Kemal Kafalı'nın emeğini eğer zikredersem yanlış bir şey yapmış olmam.
Süleyman Demirel
Cumhurbaşkanı
* İTÜ Vakfı Dergisi, 1994/1.