top of page

Kısa Bir Kurgu Gelecek Tartışması

Ütopya Ülkesinden Risk Toplumu Anlatısına:


19. yüzyıla kadar gerek Aydınlanma’nın gerekse bilimsel ve teknolojik gelişimin öncülüğünde modernleşmenin yarattığı dönüşüme kadar varlığını güçlü bir biçimde sürdüren ütopyalar ya da kurgu yaşam alan anlatıları, kentsel alanlarda ortaya çıkan krizler ve bu krizleri tetikleyen afetler neticesinde daha karamsar bir bakış açısına evrilmiştir. Bir başka tarifle, aslında ütopya karşıtı söylemin ortaya çıktığı ve güçlendiği bir sürecin başlangıcına tanıklık edilmiştir. “‘Karşı-ütopya”’ ya da “‘Distopya”’ kavramının var oluşunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir…


Günümüzde yaşam alanının tarifini ve sınırlarını belirleyebilmek belki de en zorlanacağımız anlatılardandır. Bu zorluğun sebebi de, kimin yaşam alanını kim için tariflediğimizden kaynaklanmaktadır. Bilim ve teknolojiyi geliştiren, kullanan ve kendi yaşamını daha iyi hale dönüştürmek isteyen insanoğlu, bu gezegendeki tüm kaynakları da kendi refahı için kullanmaya çalışmaktadır. Bu anlamda yaşam alanının tarifi de, sınırları da bizim istediğimiz şekilde oluşturulmaktadır dersek sanırım yanıltıcı olmayacaktır. Kendi yaşam sınırlarını kuran, geliştiren ve çeşitlendiren insanoğlu için hem geçmişte hem günümüzde en önemli sorunsal bu yaşam alanını savunmak, tehlikelerden korumak ve kendi hayatının devamlılığını sağlayabilmek olmuştur. Bu amaçla, kimi zaman içsel kimi zaman dışsal olan tehditlerden ve tehlikelerden korunmak gerekmiştir. Her şeyden önce, anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşlar aslında insanın kendi ırkı ile karşı karşıya geldiği içsel tehlikeleri göstermektedir. Tehlikenin kaynağı yine insanın kendisidir, çünkü çatışma için gereken koşulları ortaya çıkaran, çatışmayı başlatan ve bu çatışmada kendi ırkını yok etmek için kullanabileceği teknolojiyi geliştiren insanın kendisidir. 20. yüzyılın iki büyük savaşı, I. ve II. Dünya Savaşları böyle bir ortamın sonuçlarını göstermek için verilebilecek en keskin örnekler olabilir. Bu savaşlar, milyonlarca insanın hayatına mal olmuş ve insanoğlunun, refah ve mutluluğu için yarattığı yaşam alanlarını ve kentleri yok etmiş büyük afetlerdir. Dışsal tehlikeler ise, genel olarak insanoğlunun kontrolünde oluşmayan veya oluştuktan sonra da yine insanoğlunun kontrolünün sağlanamadığı tehditler olarak tarif edilebilir. Deprem ya da yer sarsıntısı bunun tipik bir örneği olarak verilebilir. Ne zaman başlayacağına, ne zaman şiddetleneceğine ve ne zaman sona ereceğine karar vermemiz mümkün değildir.


Yaşam alanlarını, kentsel ve kırsal yaşam birimlerini tehdit eden tüm tehlikeler için tarih boyunca edinilen bilgi ve tecrübeler ışığında insanoğlu bir takım savunma mekanizmaları oluşturmuş, ortaya çıkan riskleri azaltmak için tedbirler almaya çalışmıştır. Daha önce birçok kez deneyimlediği bu olumsuzluklarla baş edebilmek için politik, teknik, sosyoekonomik ve mekânsal birçok mekanizmayı geliştirmiştir. Elbette, tehlikelerin gerçekleşmesiyle birlikte ortaya çıkan kayıplar ve yıkımlar da afet olarak nitelenmiştir. Bu durumda toplumun ve yaşam alanlarının tehlike altında olmasının da altında yatan birtakım nedenleri yine hatalı insan davranış ve uygulamalarıyla açıklamak da mümkündür. Afetler karşısında kırılgan bir toplum yapısının olması ve karşı karşıya kaldığı olumsuz durumlarla baş edebilme kapasitesinin yetersiz oluşu ya da hiç olmayışı, tehlikelerin meydana çıkması ile afetlere dönüşmesi süreçlerinin tartışması yüzlerce yıldır sürdürülmektedir. Bu tartışmalar, kimi düşünürler, karar vericiler, bilim insanları ve hatta sıradan insanlar için öz eleştiri yapma gerekliliğini de ortaya çıkarmıştır. Bu öz eleştirinin yazın diline ve özellikle edebiyata aktarılması da aslında “ütopya” kavramıyla kendisine bir kurgu alanı yaratmıştır. Sadece yaşam alanlarının yetersizlikleri değil toplumsal yapının, insan ilişkilerinin, yönetimlerin ve ekonomik sistemlerin de bireyler üzerinde yarattığı hoşnutsuzluklar, “olmayan” veya “var olmayan” ülke anlamına gelen ütopya ülkelerinin ve bu ülkelerin yaşam alanlarının tarifini insanlarla buluşturan bir yazın ve düşünce diline dönüşmüştür. Thomas More’un, Ütopya isimli edebi eserinde bahsettiği ideal toplum kurgusunda, arzu edilen yaşam alanları ile ulaşılmak istenen geleceğin dengesi resmedilmektedir.


“İnsan türünün, özellikle Aydınlanma ve modernleşme hikâyesi içerisinde yüzlerce yıllık bir süreçte ve öncesinde de, insan etkisiyle şiddetinin arttığı düşünülen bu derece karmaşık bir tehlike tecrübesi olmamıştır.”


Yüksel ütopya yaşam alanlarını tanımlarken, “ütopyalarda kent ideal yaşam, ideal toplum, ideal yönetimin gerçekleştiği mekân olması açısından önemlidir. Ütopyalarda kente bakış farklı dönemlerde birbirinden ayrılmıştır. Ütopyaları insanların iyileştirilebilme olasılığı için bir araç olarak görenler kentin ideal biçiminin toplumu ve sosyal yapıyı şekillendirdiğini, onları da idealize ettiğini kabul etmişlerdir. Kimi dönemlerde ise ideal toplumun kendi ideal mekânını yarattığı kabul edilmiştir,” demektedir (2012,s. 11). Dolayısıyla, ütopyalar aslında kendi içlerinde baştan aşağı dönüştürücü yaklaşımlardır. İtiraz ederler, haksızlıklara tepki gösterirler ve bunu yaparken de haksızlığa uğramışlar için bu adaletsizliklerin ortadan kalkacağı daha adil,

eşitlikçi, yaşanabilir bir toplum ve yaşam alanları üretirler. Hayali, var olmayan bu kurgular aslında toplumların daha iyi bir yaşama ulaşabilmesi için sosyal, politik, kültürel, ekonomik, kentsel ve mimari anlamda çok boyutlu olarak idealleştirilmiş yaşam alanlarını tanımlamaktadır. Elbette bu yaşam alanlarında insanların güven içinde tehlikelerden uzak olacakları, toplulukların hem kendileriyle hem de yaşam alanlarını çevreleyen doğayla barış içinde yaşayacakları varsayılmaktadır.


Modern toplum deneyimi, makineleşme, sanayi üretimi ve kentsel alanların yeniden inşa edilmesi sonucunda oluşan bir yapıya odaklanmaktadır. Özellikle 17 ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan gelişmeler toplumsal yapılarda kökten değişimlere yol açmış, farklı sınıfsal tanımlamaların kabulünü de beraberinde getirmiştir. Kentsel yaşam tecrübesi arttıkça dünya nüfusunun büyük oranda artık kentsel alanlarda yerleşik bir yaşam sürmeyi tercih ettiğini gözlemlemekteyiz. Ancak, 19. yüzyıla kadar gerek Aydınlanma’nın gerekse bilimsel ve teknolojik gelişimin öncülüğünde modernleşmenin yarattığı dönüşüme kadar varlığını güçlü bir biçimde sürdüren ütopyalar ya da kurgu yaşam alan anlatıları,

kentsel alanlarda ortaya çıkan krizler ve bu krizleri tetikleyen afetler neticesinde daha karamsar bir bakış açısına evrilmiştir. Bir başka tarifle, aslında ütopya karşıtı söylemin ortaya çıktığı ve güçlendiği bir sürecin başlangıcına tanıklık edilmiştir. “Karşı-ütopya” ya da “distopya” kavramının var oluşunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.


Gezegenin hâkim ırkını bilimin ve aklın ışığıyla ideal bir geleceğe taşıyacağını iddia eden Aydınlanma, modernleşme, teknolojik kalkınma projesine olan inanç sarsılmaya başlamış, savaşlar, ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar, otoriterleşen devlet yönetimleri, baskıcı yönetimlerin halk üzerinde kurduğu tahakküm, gün geçtikçe tükenen, kirlenen kaynaklar, toplumsal değerlerin süreç içerisinde yozlaşması gibi etkenler, insanlığın geleceğinin de karanlık olduğu imajını güçlü bir biçimde tartışmaya açmıştır (Demir ve Arvas, 2020). Beck (2014), günümüz toplumunu tariflerken aslında distopik bir kurgu içinde olabileceğimizin de ipuçlarını vermektedir. “Risk Toplumu” olarak isimlendirdiği modern toplum aslında afetlere sebep olan tehlikeleri kendi davranışlarıyla oluşturmakta ve doğa kaynaklı dışsal tehlikeler dahil bir çok tehlikenin afete dönüşmesinde, modernleşme uygulamalarının hesaplan(a)mayan çevresel etkileri ile dönüşlü (refleksif) olduğunu iddia etmektedir. Aslında mevcut sistemlerin yol açtığı Yerküre üzerindeki dengesizlikler hâkim ırkın refah ve mutluluğu gibi hayal edilen düşünce sisteminin olumsuz dönüşleri olarak nitelendirilebilir. Günümüz tehlike ve riskleri daha karmaşık, anlaşılmaz ve çoğunlukla mevcut savunma mekanizmalarıyla baş edilmesi güç fenomenler olarak değerlendirilebilir.


Crutzen (2002), belki Beck’le aynı kavramı kullanmamakta ancak, Yerküre üzerinde insan etkisinin daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar yüksek olduğunu savunmakta, özellikle kutuplarda yapılan araştırmalarda buzul örnekleri içerisinde sıkışmış bulunan karbondioksit ve metan gazlarının yoğunluğunun bu insan etkisini gösterdiğini dile getirerek, çağımızı “Antroposen Çağı” olarak adlandırmaktadır. Bir anlamda, insanın artık doğal süreçlerde önemli bir yön verici güç haline geldiğini savunmaktadır. Dolayısıyla Antroposen tanımı, gezegende yaşayan milyonlarca tür içinde hâkim bir türün, yani insanın ürkütücü etkisini ortaya koymaktadır (Gülcan, 2018). İnsanın bu anlamda, yaşam alanlarını ve yaşamını oluştururken Yerküre’ye verdiği zararın boyutlarının, bilinen ve geçmişte defalarca deneyimlenen depremler gibi konvansiyonel doğal afetlerin çok ötesine geçerek varoluşsal bir tehdit haline geldiğini iddia etmek, distopik bir gelecek kurgusunun da başat güdüleyicisi olmaktadır. Bu anlamda distopik bir kurgunun başrolünde iklim değişimi gibi bir aktör olması da şaşırtıcı gelmeyecektir. İnsan türünün, özellikle Aydınlanma ve modernleşme hikâyesi içerisinde yüzlerce yıllık bir süreçte ve öncesinde de, insan etkisiyle şiddetinin arttığı düşünülen bu derece karmaşık bir tehlike tecrübesi olmamıştır. Belki de bugünü tasvir ederken şu benzetmeyi kullanmak mümkün olabilir; “karanlıkta el yordamıyla bir şeyler ya da bir yol bulmaya çalışmak…”. Gelecek tehlikelerin karmaşıklığı, öngörülemezliği ve daha önce bütün yönleriyle deneyimlenmemiş oluşu, bizi gelecekle ilgili distopik bir kurguya yönlendirmektedir. Nasıl ve ne zaman olacağını bilemediğimiz afetler ve çevrenin tükenişi karşısında çaresizce kaderini bekleyen insanlık, aslında varoluşsal bir tehlike ve buna bağlı risklerle karşı karşıya olduğunun farkında mıdır?


Belki de meseleyi farkındalık kavramı üzerinden tanımlamak gerekmektedir. Farkında olmak istese de, bunu harekete geçirecek mekanizmalara sahip olmadığı için neler yapılabileceğini bilmiyor diye yorumlayabilir miyiz? Konvansiyonel tehlike ve risklere karşı alışılagelmiş, bilinen, ispatlanmış ve deneyimlenmiş birçok farkındalık mekanizmasına sahibiz. Deprem, yangın, sel gibi tehlikeler karşısında ortaya çıkabilecek risklerle baş edebilmek için neler yapılması gerektiğini biliyoruz. Bu tehlikelere karşı dayanıklı yaşam alanlarının, dirençli

kentlerin ve sürdürülebilir toplulukların nasıl oluşturulabileceğini anlatan araştırmalara ulaşabiliyoruz. Öte yandan, insan yaşamıyla birlikte Yerküre üzerindeki birçok canlı türünün varoluşunu tehdit eden yeni riskler karşısında nasıl bir farkındalık oluşturabiliriz?


“Nasıl ve ne zaman olacağını bilemediğimiz afetler ve çevrenin tükenişi karşısında çaresizce kaderini bekleyen insanlık, aslında varoluşsal bir tehlike ve buna bağlı risklerle karşı karşıya olduğunun farkında mıdır?”


Yüzyıllar boyunca düşünürlerin, aydınların, yazarların ve bilim insanlarının hayali; adil, hakça, kaynakların dengeli ve eşit dağıtıldığı, yasaların herkesi eşit koruduğu, insanların yaşam alanlarının sağlıklı, sürdürülebilir, dirençli, sosyomekânsal, sosyokültürel ve sosyoekonomik anlamda arzu edilen yerler olarak düşlendiği birçok ütopyadan; günümüzde afetleri, felâketleri, geri döndürülemez kayıpları işaret eden distopyalara (yani karşı-ütopyalara) evrilmesi de aslında büyük bir uyarı değil midir?


İnsanoğlu için geleceği bilmek hiçbir zaman mümkün olmamıştır, bugün de mümkün olmayacaktır. Ancak geleceğe yönelik umudu canlı tutan ütopya kentlerin ve toplumların artık hayal edilemiyor olması, karanlık ve arzu edilmeyen bir gelecek kurgusunun distopyalar üzerinden güçlenmesi, mevcut yaşam biçimimizi daha fazla vakit kaybetmeden sorgulamamız gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, toplumların, kent ve kır yaşamının bir parçası olan insan topluluklarının içinde bulunduğu çıkmazın artık varoluşsal bir mesele haline geldiğini vurgulamak yanlış olmayacaktır.


KAYNAKLAR

Yüksel, Ülkü Duman. “Antik Çağ’dan Günümüze Kent Ütopyaları”, İdeal Kent,

sayı 5, Ocak, 2012.

Demir, Fethi ve Abdulaziz Arvas, “Küresel Romanda Üstopya Söylemine Bir Örnek: Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya Adlı Eseri”, International Journal of Languages’ Education and Teaching, cilt 8, Sayı 3, Eylül, 2020.

Beck, Ulrich. Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, İthaki Yayınları, 2014 Crutzen Paul J., “Geology of Mankind”, Nature, Sayı 415, Ocak, 2002.

Gülcan, Duygu Tan.“Ekolojik Kriz Karşısında Devletin Rolü Üzerine İdeolojik Bir Tartışma”, Uluslararası İlişkiler, cilt 13, sayı 59, 2018, s. 49-63, DOI: 10.33458/uidergisi.523829



Dr. Öğr. Üyesi Melda Açmaz Özden

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

Mimarlık ve Tasarım Fakültesi






Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page