
“Bir ülkenin bayındırlık hizmetlerinin analizinde elde edilen bulguların, o ülkenin uygarlık düzeyi hakkında da bilgi verdiğini sürekli olarak dile getiren Atatürk, yalnız mimarlık alanında değil, ülkenin kentleşme çalışmalarına da ön ayak olmuştur.
Örneğin, en önemli eseri ‘Yeni Ankara’dır. Ankara’nın planlaması yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada hayranlıkla izlenmiş ve örnek bir planlama olarak değerlendirilmiştir…”
Hayatta Atatürk’ün bu kadar başarılı olmasının başlıca nedeni nedir diye hep düşünmüşümdür.
Acaba başarısının en önemli sırrı, problem çözmedeki yaklaşımlarında sorunu bütün boyutlarıyla bir sistem bütünlüğü içerisinde analiz etmesi miydi?
Bilimsel olarak analiz ve değerlendirme yapmadan karar verilemeyeceğine inanan Atatürk; örneğin, arkeolojik kazılara büyük değer verirken kültür tabakalarının oluşumunu izler ve tabakalaşmanın oluşumuna neden olan sosyal, ekonomik ve teknik sistemlerin analizlerinin öncelikle yapılmasını isterdi. Bu nedenledir ki Cumhuriyet ilanından kısa bir süre sonra ön çalışmaları başlatarak Türk Tarih Kurumu (1931) ve Türk Dil Kurumu’nu (1932) hayata geçirmiştir.
Bir ülkenin bayındırlık hizmetlerinin analizinde elde edilen bulguların, o ülkenin uygarlık düzeyi hakkında da bilgi verdiğini sürekli olarak dile getiren Atatürk, yalnız mimarlık alanında değil, ülkenin kentleşme çalışmalarına da ön ayak olmuştur.
Örneğin, en önemli eseri ‘Yeni Ankara’dır. Ankara’nın planlaması yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada hayranlıkla izlenmiş ve örnek bir planlama olarak değerlendirilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda, genellikle bayındırlık işleri merkezden düzenlenen bir sisteme bağlı olarak gelişmiş; bayındırlıkla ilgili ürünler, anıtsal yapılar ya da köprü gibi altyapı örnekleri devletin denetiminde, ülkenin çeşitli yörelerinde gerçekleştirilmiştir. Mimarlık alanında, Türk-Osmanlı üslubu Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde Mimar Sinan ile büyük sentezine erişmiş ve Lâle Devri’yle ‘Batılılaşma’ adı verilen döneme kadar özelliğini büyük oranda korumuştur.
Önce askerlikle başlayan, daha sonra kurumlarda da kendisini gösteren Batılılaşma çabası, mimarlık alanında da görülmüştür. Türk-Osmanlı mimarlığı; süslemelerde ve biçimsel öğelerde, önce Avrupa rokoko ve barok süsleme öğelerinin ya da mimari mekânı oluşturan yüzeylerdeki egemen eğrisel alanların, daha sonra on dokuzuncu yüzyılda imparator mimarlığı diye adlandırılabilen ‘Neo-Klasisizm’in, Batı seçmeciliğinin biçimsel davranışının etkisi altında kalmıştır.1
Türkiye mimarlık tarihinde, Türk-Osmanlı barok ve on dokuzuncu yüzyıl seçmecilik dönemleri, özellikle biçim anlayışı yönünden farklılıklar gösterir.
Her ikisinde de Batı etkisinin egemen olmasına karşın barok dönemi yine de Osmanlı dönemine özgü görünüşleri yanı sıra getirirken, on dokuzuncu yüzyılda, ‘1. Ulusal Mimarlık Dönemi’ne kadar sürede gelişen mimarlık ürünlerinde aynen Batı biçim anlayışı dolayısıyla antikçağın klasik mimarlık elemanlarını kullanma çabası izlenir. Bu dönemde, o günlerde bayındırlık çalışmalarının en önemlisi olan mimarlık etkinlikleri azınlıkların ve daha sonra da Batılı mimarların elinde kalmıştır. Osmanlı mimarlığına onlar yön vermeye başlar. Bunun en önemli nedeni, özellikle 1. Abdülhamid ve III. Selim’in yabancılara gösterdikleri ilgiyle, genellikle ticaret ve altyapıyla ilgili olarak Osmanlı topraklarında iş yapan kurumların sözde yenileşme olayına örnek olmalarıdır.2 O yıllarda Osmanlı topraklarına gelen ve önemli yapıtları gerçekleştiren mimarlar arasında III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın mimarı, bıraktığı ilginç gravürleriyle ün yapan Melling, Kaufer, Castellan, Preault, M. Le Roi, G. Fossati ve Barborini sayılabilir. Aynı yıllarda dönemin en büyük yapılarını tasarlayan azınlıklardan Serkis Balyan (1865, Beylerbeyi Sarayı), Karabet Balyan ve oğlu Nikogos Balyan (1856, Dolmabahçe Sarayı), Türk-Osmanlı mimarlığının en önde gidenleri arasındadır.

Söz konusu örneklere daha birçoğunu ekleme olanağı vardır. İlginç olan yan, bu mimarlar genellikle İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde örnek ürünler vermişlerdir. Verdikleri ürünler saraylar, sefaretler, yalılar, kiliseler, Düyûn-ı Umûmiye Binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) gibi anıtsal yapılardır. Topluma büyük oranda hizmet götüren, örneğin Sultanahmet’teki Darülfünun binası ya da eski Sanayi-i Nefise Mektebi (bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi) gibi yapıların sayısı ise ilk gruptaki yapılara oranla daha azdır.
Yine bu dönemde, yenileşme eylemlerinin gerektirdiği kışla, yönetim yapıları, banka, postane, istasyon gibi geleneksel Türk-Osmanlı mimarlığının tanımadığı ürünler de bu mimarlarla ülkeye girmiştir. Bu bayındırlık hizmetlerinin neden büyük kentlerde toplandığı, Ruşen Keleş’in görüşleriyle yanıtlanabilir. Türkiye’de kentleşmenin tarihsel gelişimini Prof. Keleş şöyle açıklamaktadır:3
“Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme çağında, büyükçe şehirlerin ülkenin her yanında ortaya çıkmaları yüzünden, ticaret, imalat ve kültür faaliyetlerinin dengeli bir biçimde dağıldığı görülmektedir. Bütün bölgeler mevcut iktisadi refahtan aynı derecede yararlanıyor ve aralarında büyük ekonomik düzey farkı bulunmuyordu.
Zamanın Anadolu şehirleri, Erzurum, Harput, Malatya, Tokat, Sinop, Ankara ve Kastamonu idi. Kendilerine işleyecek toprak verilmiş bulunan köylüler, devleti vergi gelirinden yoksun etmemek için o çiftliği terk edip şehre gidemezdi. Ayrılsalar bile hem toprakla ilgili bütün vergileri hem de devletin gelir kaybını telafi etmek üzere, 75 akçelik ‘Çiftbozan Resmi’ni ödemek zorunda kalırdı. Devletin, çiftliğini terk edip şehre göçmüş olan köylüyü köyüne geri getirmek hakkı da vardı. Ancak çiftbozanların vergi ödeme süreleri 10 yılı aşamazdı. On yedinci yüzyılın başlarından itibaren topraklarını terk edenler çoğalmış, sefil ve işsiz güçsüz kalan halk, şehirlere ve özellikle İstanbul’a göçmeye başlamış, devlete başkaldıran feodal unsurların peşine takılarak isyanlar çıkarmışlardır. Devlet adamları, sefer açarak işsizliği önlemedikleri için eleştirilmişlerdir. Selçuklular zamanında şehirlere gelenler de üretici olup esnaf yanında iş tutarken, Kanuni devrinde, köyden şehre gelenin başvuracağı yer devlet kapısıdır. Çünkü sanayiye verilen değer artık azalmıştır. On dokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Batı ülkeleriyle olan ilişkilerimiz ve ticaret anlaşmaları, o tarihe kadar zamanın teknolojik düzeyine uygun bir sanayi üretiminde bulunan şehirlerin sönmesine yol açmıştır. O tarihten sonra, bunlar yerine ‘artık ürün’ün ülke dışına gönderildiği temas noktaları, gelişen şehirler haline gelmiştir.”
Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik yapısındaki değişme kendisini kentleşme ve dolayısıyla bayındırlık çalışmalarında somut bir biçimde duyurmuştur.
Çağdaş eğitim kurumlarında yetişen Türk mimarlarının mimarlık alanında etkili olmaya başlamaları ancak yirminci yüzyılın başlarında olmuştur. Ziya Gökalp’in düşüncelerinin yayıldığı bu yıllar, Mühendislik Mektebi’ni bitirdikten sonra Almanya’ya mimarlık eğitimi görmek üzere gönderilen mimar Kemaleddin Bey (1869-1927) ile Paris’te Ecole des Beaux-Arts’a devam ederek oradan mimarlık diploması alan ve Türkiye’de ilk büro açan, 1897’de Prix de Rome ödülünü alan Vedat Bey’in (1873-1942) mimarlık yapmaya başladıkları dönemdir.4, 5Bu mimarların yanında 1882’de kurulan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’nden çıkan genç mimarlar, neo-klasik bir davranış içinde, ülkedeki yabancı mimarların Batı seçmeciliği paralelinde, bu kez klasik Osmanlı dinsel yapılarının süsleme mimari elemanlarına dayanarak ürün vermeye başlamışlardır. ‘1.Ulusal Mimarlık’ akımı olarak da değerlendirilebilen Türkiye mimarlığının bu döneminde, 1900-1930 yıllarında ülkede bulunan ve Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hocalık da yapan İtalyan asıllı Guilio Mongeri'yi de bu akımın gelişmesinde rol alan önemli kişilerinden biri olarak belirtmekte yarar vardır.

Kemaleddin Bey’in İstanbul Dördüncü Vakıf Han’ı, Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ndeki Türbe’si, Bostancı, Bakırköy, Bebek camileri, Lâleli Tayyare Apartmanları (Harikzedegân Apartmanı), Eyüp’te Sultan Reşat Türbesi, Ankara’da Gazi Terbiye Enstitüsü, Devlet Demiryolları Merkez Binası; Vedat Bey’in Ankara’da İkinci Büyük Millet Meclisi, İstanbul’da Büyük Postahane, Sultanahmet’te Tapu ve Kadastro Binası; Mongeri’nin Ankara’da Ziraat Bankası, Osmanlı Bankası, İş Bankası; yine dönemin önemli mimarlarından Arif Hikmet Bey’in Etnografya Müzesi, Gümrük ve Tekel Bakanlığı, eski Türk Ocağı Binası, bu ortamın en ünlü mimarlık ürünleri arasındadır.
Kuşkusuz, büyük kentler dışındaki yerleşme birimlerinde de az olsa da bu anlam ve biçim anlayışı içindeki yapıları Anadolu’nun bazı kentlerinde de izleme olanağı vardır. Bunların en ilginç örneklerinden biri, mimar Muzaffer Bey’in, bugün Konya Erkek Lisesi olarak kullanılan yapısıdır.
Genellikle, ‘1. Ulusal Mimarlık Dönemi’nin (1910-1927) ünlü mimarları, tümüyle estetik, öznel, bireysel tutumlarıyla biçim açısından bölgesel karakterde bir ‘ulusal mimarlık’ ortamını yaratmaya çalışmışlardır. Yapıların dış görünüşleri incelendiğinde, cephelerde Türk-Osmanlı dinsel yapılarının motifleri, duvarlardan örtü elemanlarına geçişlerdeki klasik biçimsel mimari detaylar, Ankara Palas’ta olduğu gibi yalancı kubbeler ve daha birçok işlevsel amaçtan uzak süsleme öğelerinin ürünleri donattıkları görülmektedir.
Eskinin benzerini yapma yönünde bu eski anıtsal ürünlerin mimarlık üslûplarının seçmeci bir tutumla yeni ürünlere biçim vermesiyle gelişen bu mimari tasarım anlayışı, Batı’daki yirminci yüzyılın başında gelişen akımlardan özden ayrılmaktaydı. Batı’da çağın değerlerine ve koşullarına göre biçim anlayışı gelişirken Türkiye’de Osmanlı klasik mimarisinden de öteye, Selçuklulardaki mimarlık ürünlerinden esinlenilmeye çalışılıyordu. Mimar Kemalettin Bey’in sözleri bu yargının en güzel kanıtıdır. 6
“Karatay Medresesi’nin mermer kapısı her türlü manasıyla mükemmel bir eser-i mimarîdir. Âl-i Selçuk devrinde Türk üstadlarından filvaki bu kapıdan daha büyük ve daha müzeyyen nice âsâr meydana getirilmiştir. Herhalde âsâr-ı mezkûre içinde bu kapı tenasübünün fevkalâdeliği, taş kesmelerinin sûret-i halli ve müzeyyenat ve teferruat-ı mimarîsinin tanzimindeki kudret ve meharet nokta-i nazarından bir mevki-i mümtaz tutmaktadır. Türk meslek-i mimarîsinin sekiz asır evvel teessüs ve tekemmül etmiş kavaidini bu kapının tetkiki ile öğrenmelidir. Tekmil bu kavaid-i mimariyeye Türk mimarları Âl-i Osman devrinin en parlak zamanlarına kadar kemal-i hürmetle riayet etmişler.”
Mimar Kemalettin Bey’in Selçuklu mimarlığının önemini dile getirmesi, yerinde bir tutum olarak değerlendirilmelidir. Ancak, zamanın olanakları ve estetik beğenileriyle uyum sağlayan bu yapıların mimarlık elemanlarının, işlevsel bir amaca yönelmeden, salt estetik ve biçim kaygısıyla Cumhuriyet’in ilk döneminde kullanılması, Atatürk’ün sanat ve uygarlık anlayışına uymuyordu. O, dil devriminde de olduğu gibi, mimarlık alanındaki gelişmelerde de ‘Ulusallığın’, Osmanlı ve İslam kavramlarıyla dile getirilmemesi gerektiğine inanmıştı. Bu nedenle 1927’lerden sonra mimarlık alanındaki gelişmeler Cumhuriyet yönetiminin gerçek düşüncelerini ve özlemlerini yansıtmaya çalışacaktır.
Atatürk; sorunlara çözüm ararken bilim ve tekniğin gereğinden yola çıkılmasının doğru olduğuna inanmış ve yeni Türk ulusal mimarlık sentezi oluşurken, bu senteze ışık tutacak düşüncelerin, öteki toplumsal devrimlerin ya da güzel sanatlardaki gelişmelerin paralelinde, çağın en son bilimsel bulgularına dayanmasını zorunlu görmüştür.
Dünyada her şey için, madde ile ilgili işler için, fizik-ötesi işler için, yaşam için, başarı için en gerçek önder bilimdir, tekniktir. Yalnız, bilim ve tekniğin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişmelerini kavramak ve ilerlemelerini anında izlemek zorunluğu vardır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve teknikle ilgili ilkeleri, kuralları, şu kadar bin yıl sonra olduğu gibi uygulamaya kalkışmak hiç kuşkusuz bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir. 7
Atatürk’ün bu inancı, bütün eylemlerinin de temel kaynağı olmuştur.
Uygarlık savaşı veren yeni Türk devleti her konuda, bir sistem bütünlüğü içinde gelişmek zorundaydı. Eskiden olduğu gibi salt Batı ürünlerini taklit etmek ya da bu ürünleri getirterek kullanımlarını sağlamak M. Kemal Atatürk’ün ülkede gerçekleştirmek istediği çağdaş uygarlıktan uzaktı. Her olgu için ‘niçin, nasıl, neden’ sorularının karşılıkları bulunacak; bilim yolu temel alınacaktı. Toplumsal devrimlerin amacı da bu bilim yolunu açmak ve Osmanlı toplumu üstündeki dogmatik düşünceleri yok etmekti. Ne var ki Atatürk devrimlerinin getirdiği toplum ve uygarlık değişimlerinin özümlenmesi farklı çevrelerce eşit biçimde olmamıştır.
Cumhuriyetle birlikte planlı biçimde oluşan bayındırlık hareketlerinin salt Türkiye’de değil, dünyada da önemli gelişmelerinden biri, Ankara kentinin kurulmasıdır. Olayın önemi, böylece bir kentin yoktan ortaya konulmasıyla olduğu kadar, Türkiye’deki kentleşme etkinliklerinde ortaya çıkan yeni boyutların getirdiği sorunların çözümlenmesi süreciyle de yakından ilgilidir.
1923’te Türkiye’nin nüfusu 12 milyon kişi olup ülke 760 bin kilometrekareye yayılmıştı.8
İstanbul ve İzmir’in dışında büyük çapta başka bir kent yoktu. Kentlerin çoğu yanmış ve yıkılmış, Balkan ve Kurtuluş savaşlarından sonra Anadolu’nun nüfusunda büyük hareketlilikler olmuştu. Lozan’a göre Rumeli’den 400 bin Türk Anadolu’ya gelirken, 150 bin Rum da Anadolu’yu terk ediyordu. Oysa gerçekte, 800 bin Rum’un Anadolu’yu terk ettiği ve 600 bini aşkın Türk’ün de yurda geldiği sanılmaktadır. On yıl içinde nüfusun yaklaşık onda biri yer değiştirmişti. Yunanistan’la yapılan ‘göçmen mübadelesi’nin ortaya koyduğu yerleşme sorunları, Cumhuriyet hükümetini yeni yönetim birimlerini kurma yolunda zorlamıştı. 9
İzmir, o dönemlerde ülkedeki çok yetersiz sanayinin beşte birini içinde bulunduran ve bölgenin ekonomik etkinliklerini düzenleyen bir merkez olarak çok önemliydi. Ancak savaş sonunda İzmir ilkel durumdaki sanayinin de neredeyse tümünü, iş merkezinin büyük bölümünü ve nüfusunun yarısını yitirmiş bulunuyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İzmir’in bayındırlık ve ekonomik yaşamını canlandırmak için yerel çabalar gösterilmiş ve 1922’de yanan bugünkü adıyla Alsancak semtinin ‘mevzii imar planı’ yapılmıştır. Ancak Cumhuriyet’in hemen ilanından sonra girişilen imar etkinlikleri, yerel düzeyde iyileştirme çabalarından öteye gidememiştir. 10
İzmir’in bu durumunun yanında, genellikle yabancı azınlık ya da Batı yanlısı Osmanlı ticaret burjuvazisinin etkisi altında kalan İstanbul, o güne kadar en önemli Türk-Osmanlı mimarlık yapıtlarının üretildiği kent olmuştu. Ancak, savaş yıllarında, ülkenin genel durumu paralelinde İstanbul’da da bayındırlık etkinliklerinde duraklama olduğu ve kent nüfusunun savaş nedeniyle azaldığı görülmektedir. Bir yandan, eski dar sokakları ve ahşap evleriyle Osmanlı kenti öğeleri, öte yandan, Batı etkisiyle oluşan caddeler ve yapı cepheleriyle Avrupa kentlerinin benzeri yerleşme alanları, İstanbul’un genel yapısal görünümünü çiziyordu.
Batı dünyasındaki kentleşme eylemleri doğrultusundaki gelişmeleri her iki büyük kentte de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde izlemek olanağı yoktu. Son Osmanlı Devleti yönetiminin politik ve ekonomik yapısı, ülkede büyük kentlerin salt batı bölgelerinde toplanmasını zorunlu kılmıştı. Ülke ekonomisinin dışa bağımlı bulunması nedeniyle her iki büyük kentin gelişmesindeki temel neden, buraların ülkede üretilen başlıca ürünleri toplayan ve ülke dışına gönderen kan damarlarının düğümlendiği ticaret merkezleri niteliğini taşımalarıdır. Bu nedenle İstanbul ve İzmir, öteki kentlere göre daha büyümüş ve gelişmişlerdir. Doğu bölgelerinde, Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemlerinde gelişen kentler önemini yitirmiş, nüfus doğudan batıya doğru kaymaya başlamıştı. Ülkede dengeli bir sanayileşme girişiminden söz edilemeyeceği gibi, altyapı tesisleri de son derece yetersizdi.
Kısacası, ülke düzeyinde kentleşme olgusunun planlı bir biçimde ele alınması, Cumhuriyet’in önemli görevleri arasındaydı. Temel ilke, ülkenin her yöresinin eşit oranda kalkınması olup bölgeler arasında, kentler arasında uyum sağlamaktı. O günler için belki konuya sağduyuyla yaklaşılmıştı ancak bilimsel incelemeler sonucunda ortaya çıkan modern görüşler de ilk Cumhuriyet hükümetlerinin yapmak istediklerini doğruluyordu.
Şehirleşmeyi sadece bir nüfus hareketi olarak görmek yeterli değildir. Çünkü şehirleşme hareketini, bir toplumun iktisadi ve sosyal yapısındaki değişmeler doğurur. O halde şehirleşmenin tanımı, nüfus hareketini yaratan iktisadi ve sosyal değişmeleri de hesaba katmak zorundadır.


Bu yüzden şehirleşme hareketini; geniş anlamda ve doğru bir şekilde, sanayileşmeye ve iktisadi gelişmeye paralel olarak şehir sayısının artması ve mevcut şehirlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, iş bölümü ve ihtisaslaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde şehirlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi süreci olarak tanımlamak gerekir. 11
Tanımlamadan da izlenildiği gibi, kentleşme olgusu ekonomik ve sosyal yapının bir sonucu olarak biçimlenmektedir. Yeni kurulan Türkiye’de yapılan toplumsal devrimler, yeni fiziksel düzenlemeleri ve yeni kurumsallaşmaları da beraberlerinde getiriyorlardı. O halde ya var olan fiziksel düzenlemeler bu yeni gereksinmelere karşılık verecek ya da yeni fiziksel düzenlemelerin bu gereksinmelere göre gerçekleştirilmesi gerekecekti. Kuşkusuz maddi olanaklar, her şeyin yeniden düzenlenmesine olanak sağlayamazdı. Ancak Ankara kenti, Cumhuriyet’in temel amacını yansıtacak ve yeni Türk ulusunun simgesi olacaktı.
Tarih boyunca Ankara, Doğu ve Batı arasında köprülük işlevini yapmıştır. Öteki Anadolu kentleri gibi Ankara da politik dönemlere göre bazen barış ve birliğe kavuşmuş bir ülkenin kenti olarak gelişmiş, karışık dönemlerde ise kalesi içine çekilerek kendi kendine yeterli savunma işlevini ön plana çıkararak, bir sığınak gibi yaşamıştı.
Milat’tan önce on yedinci yüzyılda Hitit İmparatorluğu’nun başkentliğini yapan Ankara’nın, yine MÖ sekizinci yüzyılda bir Frigya kenti olduğu bilinmektedir. MÖ ikinci yüzyılın başlarından MÖ 25 yılına kadar Galat’ların başkentliğini yapan Ankara, sırasıyla Bythinia’nın, Bergama’nın, Pontus’un ve Roma’nın saldırılarına karşı koyma zorunda kalmış, giderek askeri bir merkez durumuna gelmiştir.12
MÖ 25 yılında Roma’nın Galatya’yı kendine bağlaması ve Ankara’yı bu yörenin merkezi yapmasıyla kent için parlak bir dönemin başladığı, nüfusunun 100 bine vardığı sanılmaktadır. Roma yol ağının en önemli merkezlerinden biri olan bu kent, Roma İmparatorluğu’nun gerilemesiyle önemini yitirir. MS 334 yılından 1073 yılına kadar Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğine geçen Ankara, Sasaniler’in, Araplar’ın ve Türkler’in baskısı altında kalmıştır. Ankara’nın ilk kez Türkler’in eline geçtiği sanılan 1073 yılından Osmanlılar tarafından Anadolu’nun siyasal birliğinin kurulmasına kadar geçen karışık dönemlerde, kent, Türk beylikleri ve Bizans arasında el değiştirmiştir. Timur’la Yıldırım arasındaki savaşın Ankara’da oluşu da kentin stratejik önemini vurgulamaktadır. Buna karşılık, bu dönemlerde Ankara, yönetimsel ve kültürel yönlerden Konya, Sivas ve Kayseri gibi Selçuklu kentleriyle yarışacak önemde değildi. Salt Ahi merkezlerinden birisi oluşu, Ankara’nın ticaret işlevinin önemini göstermektedir. Ankara’daki Ahi örgütü, kervanların ve ordunun deri ve demirden yapılmış malzeme gereksinmesini karşılıyordu. Ancak, Batı’nın gelişmesiyle ana ticaret yollarının okyanuslara kayması, Akdeniz ülkelerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bu arada Anadolu’nun transit işlevini zayıflatmıştı. Ayrıca, Konya üstünden geçen tarihsel diagonal yolun ve daha sonra da Trabzon transitinin rekabetiyle Ankara eski bir yol durağı olmaktan çıkmış ve bu alandaki etkinliği önemini yitirmişti.


On yedinci yüzyılda ‘Celali İsyanları’na da sahne olan Ankara, on dokuzuncu yüzyıla kadar tiftik ürünleri üretimi ve ticaretiyle dünyada adından söz ettiriyordu. Ankara’nın ana etkinliği olan tiftik basit sanayi üretimi, Osmanlı Devleti’nin bütün ekonomik yaşamını sarsan 1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması’yla yıkılmıştır. Osmanlı Devleti’ni, endüstrileşmekte olan Batı ülkelerinin giderek bir açık pazarı durumuna sokan bu antlaşma, gümrük sınırlarını kaldırmış ve böylece dıştan gelen mallara karşı yerli ürünler rekabet edemez düzeye düşmüştür.13
Anadolu’daki kentlerin gelişememesinin nedenlerinden en önemlisi, aynı antlaşmanın getirdiği sonuçlardır. Batı sanayilerinin ürettiği ucuz dokuma ürünlerinin serbestçe dışarıdan gelmesiyle Ankara’daki basit tiftik sanayisi yıkılmış, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kentteki 1000 tezgâhtan bir tanesinin bile işlemediği görülmüştür. 14
Bu ekonomik yapı içinde, Osmanlı pazarından yararlanmak üzere yabancılar tarafından ülkenin çeşitli yörelerine demiryolları yapılmaya başlanmış ve böylece hammadde üretimi bol olan yörelerden toplanan ürünler Batı’da işlenmek üzere daha kolayca İstanbul ve İzmir’e ulaşma olanağını bulmuşlardır. Bu nedenle 1982’de Ankara hattı da Almanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak çeşitli savaşlar, bu demiryolu bağlantısının kente büyük canlılık getirmesini engellemiştir.
Başkentin planlanması
Alman kentbilimci Hermann Jansen’e veriliyor…

1927’de başkentin planlanması yarışma sonunda, Alman kentbilimcilerinden Hermann Jansen’e verildi.19 Kentin elli yıl sonra 300 bin kişiyi barındıracağı bir veri olarak benimsendi. Oysa bu düzeye 25 yıl sonra erişilmiş ve kent, ülke nüfusunu çeken önemli bir merkez olmuştur. Ayrıca Jansen planı, Cumhuriyet rejimiyle ortaya çıkan yeni işbölümüne göre yeni işlevleri görecek bir başkenti gerçekleştirecekti. Toplumsal istekleri karşılamak, halkın ortaklaşa kullanabileceği alanları öngörmek ve modern Türkiye’nin yönetimsel merkezini belirlemek, bu planın temel amacıydı. Yine, planlama ölçüleri arasında, Eski Ankara’nın korunması ve yoğunluğun az tutulması yer alıyordu. Yeni kurulacak kentin, eski yerleşme bölgeleriyle zamanla bütünleşmesi sağlanacaktı. Ayrıca kent, Yenişehir yönünde ve M. Kemal’in oturacağı yer olarak kendi tarafından kararlaştırılan Çankaya-Ulus aksı üstünde gelişecekti.20 Farklı kültür etkinlikleri yapılmasını sağlayan yapılarla kentin donatılması öngörülüyor; geniş bulvarıyla, yeşil alanlarıyla ve Osmanlı kent dokusundan tümüyle ayrı bir planlama anlayışıyla yepyeni bir kent kuruluyordu. Ankara’nın imar planını düzenlerken Jansen şöyle diyordu:21
“Bir hükümet merkezini vahdet ve hâkimiyet ifade eden bir inşai fikir altında kurmak imkânı pek azdır. Bu gibi şehirlerin birkaç asır zarfında meydana gelmeleri ya esas fikrin bulunmasını yahut birçok şehircilik fikirlerinin yan yana yaşamasını intaç etmiştir. Ankara için vaziyet başkadır. Burada bakir bir toprak üstünde, ufacık bir taşra kasabacığı, Amerika’nın sanayi şehirlerine mahsus bir süratle, bir memleketin bütün idare ve kültür merkezleriyle mücehhez bir devlet merkezi halini almaktadır.” Jansen’in karşılaştığı sorun o güne dek kentbiliminde çok rastlanan bir olgu değildi. Hatta plan düzenlendikten sonra, o günün ekonomik ve örgütsel koşulları altında bu planın gerçekleştirilmesiyle ilgili kuşkular bile vardı. Ancak uygulamalar ilerledikçe, bu kuşkular azalıyordu. Olayın büyüklüğünü Noélle Roger ‘Küçük Asya’da (En Esie Mineure) adlı kitabında, şöyle dile getirecektir: 22
“Her şeyi yapmak, fakat bu kadar az sermaye ile! Kendi yağıyla kavrulmak, kendini kendinden yaratmak! Ve günden güne, boş zannedilen bu projelerin fiil sahasına çıktıkları ve günün planı içine girdikleri görünmektedir. İşte, Türk mucizesi budur!”
O günlerde Kahire’de çıkan Elhamra gazetesinde de şu bilgi verilmekteydi:23
“Bir sene zarfında Ankara’da pek çok ıslahat yapılmış ve yüksek binalar inşa edilmiştir. Bu ise Türkiye’yi idare eden hükümetin, millet ve memleketi inkırazdan kurtaran büyük bir liderin himmeti ile olmuştur. ‘Ankara merkez-i hükümet olmaz’ diyenlerin bu vehimleri şimdi zail olmuştur. Ankara artık ebediyen Türkler’in hükümet merkezi olacaktır.”
Görüldüğü gibi, Ankara’daki bayındırlık girişimleri, bir kentin sorunu değil, bir ülkenin sorunu olarak ele alınmış ve büyük bir hızla, çağdaş kentbilimin koşullarına göre gelişmiştir. Jansen, 9 Temmuz 1929 günlü Hâkimiyet gazetesinde çıkan görüşünde, Ankara’nın kentleşme olgusundaki önemini şöyle vurgulamaktadır:24
“Ankara, bir büyük şehrin muasır düşünce dâhilinde inkişafı dâvasında bir dönüm noktası teşkil edebilir.”
Ankara’da başlatılan planlı kent uygulamaları ülkede 1930’lardan sonra büyük bir hızla artmıştır. Yurdun çeşitli yörelerinde kent imar planları yarışmalar sonucunda yapılırken, kentleşme olgusuyla ilgili yeni örgütsel düzenlemelere gidilmiştir. Örneğin, 1928’de 1351 sayılı özel yasayla Ankara planının yapılması, yapı ruhsatlarının verilmesi ve uygulanması için yine özel statüde ‘Ankara Şehri İmar Müdürlüğü ‘ kurulmaktaydı. 1930’da 1580 sayılı Belediye Yasası, belediyeler için ‘Müstakbel Şehir Planı’ ve en az beş yıllık çalışma ve imar programı yapma zorunluğunu getirip 1935 yılında 1580 sayılı yasaya ek 2163 sayılı yasayla 10 binden fazla nüfuslu belediyelerin harita ve imar planları ve bir bölüm altyapılarını 2490 sayılı yasaya göre yaptırmaya İçişleri Bakanlığı’nı yetkili kılıyordu. Kentlerin bayındırlığı için 1933’te Belediyeler Bankası 25 kurularak, hem belediyelere parasal yardım yapılması sağlanıyor hem de özel bir denetim yolu oluşturuluyordu.
Özetle, Cumhuriyet döneminin başlangıcında Ankara kenti 30 bin kişilik nüfusuyla ufak bir Anadolu kasabası niteliğini taşımaktaydı.
Batı’nın doğrudan ekonomik etkisinden, kıyı kentlere oranla uzak kalan Ankara’nın, başkent seçilmesindeki başlıca nedenlere gelince, bunların çok yönlü olduğu görülmektedir.

Atatürk tarafından Ankara’nın başkent olarak seçilmesinin başında, kuşkusuz, tüm Kurtuluş Savaşı hazırlıklarının burada yapılması gelir. O güne dek Osmanlı Devleti’nin başkentliğini yapmış bulunan İstanbul artık padişahlık ve hilafetle özdeşleşmiş bir kentti. M. Kemal, direnme örgütlerini İstanbul’da, çoğu yabancı ya da azınlık niteliğindeki ticaret burjuvazisinin görüşleri ve Osmanlı toplumuna hiyanet içinde olan bürokratik bir yönetim kadrosunun denetimi altındaki bir çevrede kuramamıştı, kuramazdı. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı sonrasında da yine Osmanlı Devleti döneminin ekonomik ve toplumsal ilişkilerine göre biçimlenmiş bir eski kent, yeni kurulan cumhuriyetin başkenti olamazdı. Bağımsızlık Savaşı’nın verildiği yer Anadolu olmuştu, bu savaşın örgütlendiği yer de Ankara’ydı. Bu gerçeği Benoist-Méchin şöyle dile getirir:15
“İstanbul’daki her konak, her saray, her taş Türk gücünün düşüşünü, yabancı yengileri belirten sessiz tanıklar değil miydi? Oysa Ankara’da anılar bambaşkaydı. Bağımsızlık Savaşı’nın öncüleri buradaydı. Gazetelerini, bir buğday ambarında sakladıkları ilkel baskı makinalarıyla çıkarmışlardı. Her şey, Ankara’da başlatılmıştı.”
Saltanatı yıkmak, Türkiye toplumunu çağdaş toplumların düzeyine çıkarmak ve Kemalist düşüncelerin tüm yurtta kısa sürede yayılmasını sağlamak için başkentin ‘sözde’ Batılılaşma eğilimlerinden uzak bir yerde, ülkenin merkezi bir noktasında kurulması gerekiyordu. Hem ulusal savunma açısından hem de bağımsızlığın bir simgesi olarak Ankara 13 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştu. Yabancıların ekonomik ve politik doğrudan denetimlerinin dışında kurulacak yeni Ankara, çağdaş kent bilimine göre planlanacak ve Anadolu’da gelişecek öteki kentlere bir örnek olacaktı.
Kentbilimde 1950’lere kadar dünyada örnek bir yeri bulunan Ankara’nın başkent seçilmesiyle yurt düzeyinde dengeli bir yerleşme politikasının, ilk adımı da atılıyordu. 16 Daha sonraları doğu ve batı yörelerinin gelişmesinde büyük bir rol oynayan Ankara, İstanbul’un yükünü azalttığı gibi, doğu bölgelerinden batıdaki sanayi kentlerine doğru nüfus hareketliliğinde bir baraj niteliğini de taşıyacaktı. Ankara yurt ölçüsünde, dengeli nüfus dağılımını gerçekleştirmede başvurulan büyüme merkezleri ya da büyüme kutupları tekniğinin bir ölçüde başarılı bir örneği olmuştur.17
Yeni kurulan Cumhuriyet rejiminin özünde, anti-feodal bir davranış vardı.18 Kurtuluş Savaşı sonrasında bu düşüncenin fiziksel düzenlemeye yansıması için başkent seçilen kentin ya yeniden düzenlenmesi ya da yepyeni bir kent olması doğaldır. Yeni yönetimin ve Kemalist toplumun gereği, her türlü hizmet yapıları, çağdaş mimarlık anlayışıyla yapılmış konutlar, yeşil alanlar, başkente uygar bir Türk toplumunun kentsel görünümünü verecekti.
Planlama anlayışının gelişmesi, başka bir deyişle geleceğe yönelik araştırma ve çözümlemeler ülkeye Cumhuriyet’le birlikte girmiştir. Kentlerin, kasabaların hatta köylerin gelişmesi, önceden düzenlenen imar planlarına göre gerçekleşecek; ülkenin sosyoekonomik yapısı göz önüne alınarak bayındırlık çalışmaları sürdürülecekti. Amaç, bu birimlerin ülke ekonomisine daha yararlı bir biçimde gelişmeleriydi. Gerektiğinde, özellikle köylerle ilgili olarak alınan önlemlerde gözlendiği gibi, bu birimlerin birbirleriyle bütünleştirilmesi öngörülüyor, devletin hangi birime ne gibi hizmetler götüreceği önceden kararlaştırılıyordu. Örneğin, 1937’de düzenlenen yasa tasarısıyla dağınık köylerin birleştirilmesi sağlanacak, köy sayısı azaltılarak kurulacak ‘köy birlikleri’ne gerekli makine ve üretim araçlarının bulunmasına devlet yardımcı olacaktı. Köydeki üretimin planlanması tasarlanmıştı.
Yeni bir anlayışla gelişen bu üretim biçimine uygun işletme yapılarıyla donatılmış, ‘ideal köy ‘ imar planları hazırlanmış ve bu yolda uygulamalara girişilmiştir. 26
Köylerin kalkınması, köylünün Türkiye toplumu içinde gelişim düzeyinin yükseltilmesi, ilk olarak, Atatürk Cumhuriyeti hükümetlerinin en önemli toplumsal nitelikteki amaçlarından biriydi. Köylerin yeniden örgütlenmesi, köy kooperatiflerinin ve ‘Köy Enstitüleri’nin köylülerin eğitimi ve gelişmeleri için kurulması, hep bu dönemde ele alınabilmiştir.



Ülkede yetişmiş mimar sayısının az olması nedeniyle özellikle Ankara’nın bayındırlıkla ilgili sorunlarının çözümlenmesi amacıyla bu dönemde yurtdışından çok sayıda mimar geldiği de bir gerçektir. Cumhuriyetin ilanından sonra gelişen Türkiye mimarlığında, ikinci dönem olarak da değerlendirilebilecek 1927-1933 yıllarında, mimarlık eylemleri kuram ve uygulama yönünden yabancı, özellikle de Alman ve Avusturyalı mimar ve hocaların etkisi altında kalmıştır. Bu kişiler, Türkiye’de hem eğitim kurumlarının eğitim yöntemlerini saptamışlar hem de uygulamalarıyla Türkiye mimarlığındaki neo-klasik davranışları yıkarak, çağdaş, akılcı mimarlık atılımlarının yurtta geliştirilmesini sağlamaya çalışmışlardır.
Yabancı mimar ve hocaların başında, Avusturyalı Clemens Holzmeister gelir. Ankara’nın bayındırlık etkinliklerine ve en önemli yapılarına damgasını vuran Holzmeister, bir önceki döneme göre daha akılcı, ‘uluslararası’ bir biçim anlayışıyla ürünlerini vermiştir. Böylece, Türkiye mimarlığında ulusal ve bölgesel bir öznelliğin biçimsel öğeleri bırakılmış, bunun yerine her ülkede uygulama olanağına sahip biçimsel öğeler ve teknik çözümler yer almıştır.
Prof. Clemens Holzmeister’in Millî Savunma Bakanlığı (1928-1930), Ankara Orduevi (1930-1933), Cumhurbaşkanlığı Köşkü (1931-1932), Merkez Bankası (1931-1933), İçişleri Bakanlığı (1932-1934), Yargıtay (1933-1934) gibi yapıları daha sonraki kuşakları etkilemiştir. Millî Eğitim Bakanlığı danışman mimarlığı ve Güzel Sanatlar Akademisi öğretim üyeliği (1930-1936) görevlerinde bulunan Ernst Egli ve 1935-1946 yıllarında Ankara Siyasal Bilgiler Okulu’nda şehircilik dersleri hocalığı yapan Ernst Reuter, Sümerbank Genel Müdürlüğü (1935-1936) mimarı Martin Elsaesser, dönemin Türkiye’de görev almış öteki önemli yabancı mimarlarındandır. Daha sonraki dönemlerde, çeşitli fırsatlarla yine Batı’dan mimar ve eğitici kişiler gelmişler ve Türkiye mimarlarının yetişmesinde, bilimsel kuramların kuruluşlarında, bunların gelişmelerinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlardan en önemlileri kuşkusuz, Alman Paul Bonatz’la Bruno Taut’tur. 27
Ankara’daki yoğun bayındırlık eylemleri, salt bu değişimin tüm ülkede öteki kentleri de planlı biçimde geliştirmeye ve mimarlıkta tek ürün tipine yönelmeye yeterli bulunmadığı, oluşumun bir bütün içinde görülmesi gerektiği görüşünü güçlendirmiştir:
“Yirmi beş yıl önce Le Corbusier’nin Michelangelo ile kıyaslanabileceğini düşünürdüm çünkü Le Corbusier, modern mimarlığın yaratıcısıdır. Bugün, çağımızın mimarlığı ikinci bir aşamaya statikten dinamiğe, fonksiyonel olmaya, mimarlıktan şehirciliğe dönüşüm halindedir. Le Corbusier yalnız birinci hareketin değil, ikincisinin de örneğidir.”
Kenzo Tange’nin, Le Corbusier için yaptığı bu değerlendirme, kent ölçeğinde bir fiziksel düzenlemenin ne denli önemli bir planlama süreci olduğunu göstermektedir. Çağın gereği bu bütüncü, sistemci görüşün Türkiye’ye Atatürk’le geldiği bir gerçektir.
Bütünü bir planlama anlayışının uzun araştırma ve çözümlemelere gereksinme duyduğu, sistemi oluşturan parçalar arasındaki ilişkilerin de doğru saptanmasının gerektiği, sorunun bir başka yönüdür. Ankara planlanırken, tüm öğelerin bütün boyutlarıyla kısa bir sürede incelenmesi beklenemezdi. Jansen planının, örneğin Ankara’nın büyük bir nüfusu çekmesiyle kısa sürede değişikliğe uğraması ya da Yenişehir’in spekülatif nedenlerle 30 yıl sonra yıkılıp yeniden yapılması, bu gerçeğin somut örnekleridir. Özellikle toplumsal etkenlerin ve sanayileşme sürecinin hızlı geliştiği bir ortamda, planların sağlıklı biçimde uygulanabilirliğinin son derece zor olduğu ve yeni planlamalarda daha dinamik modellerden yararlanma zorunluğunun giderek ortaya çıktığı görülmektedir.
Ankara’nın fiziksel düzenlemeleri içinde önemli bir gelişme de Atatürk Orman Çiftliği’nin (1935) yaratılmasıdır. Orman, Yağmur Baba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Etimesgut, Çakırlar ve Tahar çiftliklerinden oluşan Atatürk Orman Çiftliği, hem kentin besin ürünleri gereksinimini bir ölçüde karşılamış hem de tarım alanında yeni araştırmaların yapılmasına yol açmıştır. Yalova’da Millet ve Baltacı, Silifke’de Tekir ve Şövalye, Dörtyol’da Karabasmak, Tarsus’ta Piloğlu çiftlikleri, Ankara Orman Çiftliği’ni örnek almışlardır. 28


Ankara bir yandan altyapısıyla yönetimsel ve kültürel yapılarıyla çağdaş plan anlayışı içinde dünya kentbiliminde örnek olma yolunda adımlar atarken öte yandan da yeni kurulan Türkiye’nin giriştiği uygarlık savaşının en önemli simgesi, ‘Kuvayı Milliye iradesi’nin ortaya koyduğu ilk büyük uygar yapı niteliğini kazanıyordu.
Çağdaş düzenlerde en önemli öğelerden biri, uygar toplum yaşamını yansıtan konutlar ve bu konutların planlarıdır. Jansen planı en fazla üç katlı konut yapılarını öngörmüştü. Ancak bu konutların iç düzenlemesi ve birbirine göre konumu Osmanlı-Türk kentlerinden değişik bir biçimde gerçekleşmekteydi. Üniversiteleri, sergi sarayları, tiyatro ve sinemalarıyla çağdaş bir kent olan Ankara’da, büyük bir nüfusun barındırılması da planlanmıştır. Böylece Batı anlamında konutların uygulanması da gerçekleşiyordu.
Haremlik selamlık olarak adlandırılan Osmanlı büyük kent konaklarının ana yapısal parçaları toplumda yok olurken çağdaş yaşam özelliklerinden kaynaklanan ve kadın-erkek eşitliğini yansıtan ortamsal düzenlemelerden oluşan yeni konutlar üretiliyor, sokaktan geçildiğinde yalnız bir bahçe duvarı gözüken, tümüyle içine dönük kent konutları yerlerini, yeni uygar dünya görüşünün özünü yansıtan ve dışa açılmayı simgeleyen bir anlayış doğrultusunda tasarlanan konutlara bırakıyorlardı. Türk-Osmanlı kent dokusunda görünen, plansızlığın ve içine dönüklüğün bir gereği olan çıkmaz sokaklar da yerini, Ankara ve bundan böyle ülkede yapılan öteki imar planlarında olduğu gibi, modern ulaşım araçlarının daha özgürce hareket etmesine olanak veren çağdaş sokak ve caddelere bırakacaktı. Yeni sosyal yaşam, kadın-erkek eşitliği ve teknolojik gelişme, Ankara’nın fiziksel yapısında somutlaşmıştır.
1930-1940 yılları aynı zamanda, ülkede genç Türk mimarlarının da yetiştiği dönemdir. Genç kuşak mimarlar, bir yandan Batı’dan gelen mimarlık öğretim üyelerinin ortaya koyduğu mimarlık anlayışı içinde yetişirken öte yandan da ulusal duyguları ve yüzyıllar boyunca gelişen toplumun estetik birikimlerini yansıtma çabası içine girmişlerdir. Bir ulusal mimarlık sentezi yaratma eğilimleri, eğitim kurumlarında ağırlıkla duyuluyordu. Genç mimarlar yabancılara da bir tepki olarak, Osmanlı klasik yapılarının süsleme öğelerini yine kullanmaya başlamışlardı. Bu eğilim, özellikle ‘İkinci Ulusal Mimarlık’ dönemi olarak nitelendirilen 1940-1950 yıllarında, daha da fazla belirginleşecektir.
Ancak yeni ulusal mimarlık akımının biçim anlayışı ve eğilimleri, 1920’lerde gelişen Türkiye mimarlığından değişiktir. Eski Türk-Osmanlı sivil mimarlığı, bilimsel olarak, başta Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde araştırılıyor, sosyal ve kültürel boyutları üstünde duruluyordu.29 Olayın ilginç olan yanı, çok kısa bir dönemde uluslararası bir mimarlık anlayışının, yerini, yine ulusal ve bölgesel öğelerle donatılmış bir mimarlık sentezine bırakmasıdır. Türkiye’ye gelen yabancı mimar ve eğiticilerin Türkiye toplumunun kültür ve sosyal yapısından uzak bulunmaları, bunun başlıca nedeni olarak gösterilebilir. Konunun ilginç bir yönü ise daha sonraları, ülkede uzun yıllar kalan yabancı mimarların bazılarının da bu akım paralelinde ürün vermeleridir.30
Özellikle 1945’lerden sonra mimarlık alanındaki gelişmelerde, Türk toplumunun sosyo-ekonomik yapısındaki değişmeler, bunun sonucunda gereksinme duyulan yeni yapı tipolojileri ve hızlı gelişen iletişim ve bilgilenme sistemleri, bölgesel mimarlık öğelerinin yoğun biçimde uygulanmasını doğal olarak engellemiştir. Teknolojik gelişmeler ve yeni bina programları, yeni biçimleri ve yeni sentez süreçlerini de yanları sıra getirecekti. Özellikle eğitim kurumlarındaki çalışmalar Türkiye’de kısa sürede uluslararası nitelikte mimar ve mühendisin yetişmesine neden olacak ve yine uluslararası yarışmalarda genç Türk mimarları yabancıların önünde yer alarak, Türkiye’nin bayındırlık etkinlikleriyle ilgili önemli ürünler vereceklerdi.
Sonuç olarak denilebilir ki hem bir kentin planlı bir biçimde kurulması hem de çeşitli kentlere altyapı ve sanayi tesisleri götürülerek ülke ölçeğinde dengeli kentleşme çalışmaları Atatürk’le birlikte Türkiye’ye gelmiştir. Ülkenin doğu ve batısındaki yörelerin birbirlerini bütünleyecek biçimde kalkınmaları, planlı bir sanayileşme, genç Cumhuriyetin temel amaçları arasındaydı. Planlı bir ekonomi ve çağdaş, uygar bir yönetim biçimi bu amacı yerine getirmede başlıca araç olarak benimsenmiştir. Kentleşme politikası yönünden de günün ekonomik koşulları bu türlü bir yöntemi gerektiriyordu.
Yeni kurulan Cumhuriyet, Osmanlı Devleti’nden aldığı borcu büyük maddi olanaksızlıklar içinde öderken ülkenin her köşesinde bayındırlık hizmetlerine girişmiştir. Ankara’nın yeniden kurulması kararı ve başkent olarak seçimi, askeri, politik ve stratejik bazı nedenlere bağlansa bile Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki farklı kalkınma eğilimine bir ölçüde engel olabilmesi bakımından çok önemlidir. Bu, bir rastlantı olabilir. Ancak, ülkenin batı ve doğu bölgeleri arasındaki dengesiz kalkınma sürecinde, Ankara’nın dengeleyici rolü kesindir.
Atatürk, çağdaş uygarlık düzeyinin yine çağdaş kentleşme olgusuyla bütünleştiğini görmüştür. Toplumsal alanda Atatürk’ün geliştirdiği devrimlerin, Türkiye toplumuna yeni bir kültür anlayışını getirmesi kaçınılmazdı. Bu evrimi hızlandırmak için Atatürk, özellikle Ankara kentindeki kentleşme yöntemini bir araç olarak seçmiştir. Bunun başlıca nedeni de kültür değişiminin en iyi izleneceği yerlerin kentler olmasıydı.
Tarih boyunca ulusların, ülkelerin bayındırlıkla ilgili ürünleri, onların uygarlık düzeyini yansıtan en güzel ve somut belgeleri olmuştu. Atatürk bu görüşten yola çıkmış, ayrıca ileri düşüncelere uygun bir fiziksel düzenlemeyle modern uygar topluma özgü düşüncelerin daha kolay benimsetilebileceğine inanmıştı.
Cumhuriyetin ilanıyla çağdaş uygarlık kavramının gerçekleşmesi, ulusal bağımsızlık ve toplumsal devrimlere dayattırılmıştır. Bir yandan ekonomik, askeri, kültürel ve toplumsal alandaki bağımsızlık eylemleri, öte yandan Atatürk devrimleri, Kurtuluş Savaşı’nda düşman kuvvetlerine karşı girişilen hareketi tamamlıyor ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş değer sistemlerinin üstüne oturtulmaya çalışılıyordu. Bayındırlık, kentleşme ve mimarlık alanlarında da bu davranış benimsenmiştir. Bayındırlık alanındaki çağdaş eğilimlerin başında, o güne dek plansız gelişen kentlerin yerine, planlı ve geleceğe yönelik kentlerin kurulması, ekonomik bağımsızlık yolunda altyapı tesislerinin ulusallaştırılması ve özellikle demiryollarıyla ülkenin örülmesine başlanması eğitim kurumlarında reform, çağdaş teknolojinin uygulanması adımları gelmekteydi. Bunları sağlarken Batı’nın modellerinden yararlanıldığı da yine bir gerçektir.
Ancak bir önceki döneme göre bu yararlanmada önemli bir ayrım vardır: Modellerin salt dış görünüşleri alınmamış, bir sistem bütünlüğü içinde ve çağdaş bilimlerin gereği modellerin ortaya çıkışındaki nedenler üstünde de durulmaya çalışılmıştır. Amaç, bu nedenlerin Türkiye boyutundaki biçimini ortaya koyarak, yeni Türk devletine özgü yöntemleri geliştirmekti. Sorun bizimdi ve bu sorunların çözümü de bizler tarafından gerçekleştirilecekti. Kuşkusuz, bu yaklaşımın bugüne dek tümüyle doğru ve bilimsel biçimde gerçekleştirildiği de söylenemez. Yine de Cumhuriyetin ilk dönemlerinde uygarlık savaşı gereği, toplumsal sistemin her türlü basamağında girişilen bu anlamdaki reform ve yaklaşımlar, kamusal denetimin güçlü olduğu sürece, toplumcu ve çağdaş olmuşlardır.
Özellikle yeni kurulan Türk devletinde Cumhuriyet’in yarattığı yeni kurumsallaşmalar, sanayileşme alanındaki adımlar ve kentleşme olgusu, yeni yapı tipolojilerini de birlikte getirmiştir. Bu yapıları eski teknolojiyle çözme olanağı bulunmadığı için kendiliğinden yeni çözüm teknikleri aranmış, Batı’daki teknik çözümler buralarda kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde en önemli değişiklik, konut tipolojisinde olmuştur. Uygarlığın simgesi olan kadın-erkek eşitliği, Türk toplumunun en küçük çekirdeğini oluşturan aile yapısı ve yaşamını değiştirmiştir. Konut planlarında, bunların bir araya gelmelerindeki temel amaç ve ilkelerde bu durum köklü bir değişikliğe yol açmıştır. İçine dönük, salt ailenin kullandığı ve yine salt konuk ağırlanan mekân parçalarından oluşan konut düzenlemeleri, yerini Türk kadın ve erkeğinin ortaklaşa paylaştıkları mekân ve bölümleri dışa açık konutlara bırakmıştır. Atatürk’ün bu yolda, günün dogmatik görüşlerine rağmen attığı adım, bir ülke için en önemli, çağdaş toplumsal reformdu. Türkiye insanının doğal haklarına ve bağımsızlığına kavuşması bu reformla birlikte hızlanmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni Türkiye devletinin simgesini veren Ankara kenti oluşturulurken birinci ve ikinci sanayi planlarına göre, bayındırlık etkinliklerinin planlı biçimde bütün ülke yüzeyinde dağılması ilkesi de benimseniyordu.
Özellikle sanayi yapılarının ülkede dengeli biçimde dağılımlarında temel alınan düşünce, ülkenin her yöresinin eş dönemde kalkınmasıydı. Güçlü bir Türkiye, eğer topluca kalkınılırsa gerçekleşebilirdi. Atatürk, ülkenin her bölgesinin imar edilmesiyle çağdaş ve uygar bir Türkiye’den söz edilebileceğine, ülkelerin uygarlık alanında yükselmelerinin toplum birim ve bireylerinin güç birliğine dayandığına inanmıştı.
Sonuç olarak, Atatürk’ün ve dolayısıyla ilk Cumhuriyet hükümetlerinin ülke düzeyindeki başta mimarlık eylemleri olmak üzere tüm bayındırlık etkinliklerini, Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmış bir gücün ‘Kuvayı Milliye iradesi’yle giriştiği planlı eylemler olarak değerlendirmek gerekir. Bu eylemlerin her zaman doğru ve bilimsel nitelik taşımasını beklemek haksızlık olur, ancak yapıcı ve toplumcu olduklarını belirtmek en gerçekçi değerlendirmedir.
Mimarlıkta Batı seçmeciliğinin etkisi…

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Türkiye’de bayındırlık işlerinde görevlendirilecek yetişmiş mimar ve mühendisin yeterince bulunmaması ayrıca üstünde durulması gereken bir konudur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin varlığına karşılık, mimarlık eğitimi yapanların büyük bölümünün gayrimüslim olması, hatta Müslümanların mimarlık eğitimine başlamak istediklerinde ailelerin gösterdikleri tepki çok ilginçtir. “Bu iş gayrimüslimlerin işidir” yolundaki karşı tavır alma, İstanbul’da o yıllarda başlanan yapıların mimar ve mühendislerinin çoğunun gayrimüslim olmasıyla sonuçlanmıştır. Azınlıkların, aldıkları eğitim ve kültür nedeniyle ürettikleri yapılarda da Batı seçmeciliğinin etkisinde kalmaları doğaldı. Örneğin, İstanbul’da İstiklal Caddesi (Pera) ya da Bankalar Caddesi bu anlamdaki yapıların yoğun olduğu yerlerdir. Avrupa’da eğitimlerini almış Türk mimarlar ise Batı düşüncesini Osmanlı değer ölçütleriyle dile getirme çabasıyla, yine Batı seçmeciliğinin Osmanlı Devleti topraklarında olabilecek biçiminden yola çıkmışlardır.
Aynı dönemlerde Osmanlı Devleti’nde görev almış yabancı mimarlar, Osmanlı ve Batı klasik mimarisinin öğelerinden oluşan bir mimarlık sentezinin gerçekleşmesine çalışmışlar ve bu anlamda özellikle İstanbul’da büyük oranda ürün vermişlerdir. Denebilir ki on dokuzuncu yüzyılın ortalarından Cumhuriyetin ilanına kadar ve onu izleyen ilk altı yıl içinde, ülkede mimarlık büyük oranda salt Batı’nın ya da Doğu-Batı ilişkisinden kaynaklanan yeni arayışların etkisi altında kalmıştır.
Prof. Dr. Mete Tapan
İTÜ Mimarlık Fakültesi
Emekli Öğretim Üyesi
Not:
Bu makale; ‘ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCENİN IŞIĞINDA ATATÜRK’ adlı kitabın, tarafımdan kaleme alınan ‘TÜRKİYE’DE UYGARLIK, BAYINDIRLIK, KENTLEŞME VE ATATÜRK’ adlı bölümünden yararlanılarak geliştirilmiştir.
Alt Yazılar
1On dokuzuncu yüzyılda Batı’daki gelişmeler incelendiğinde, yapıların özellikle dışsal biçimlenişlerinde, geçmiş mimari üsluplardaki elemanların yeniden egemen olduğu görülür. Neo-KIasisizm olarak nitelendirilen bu davranışın, salt mimarlık ürünlerinin cephelerinin biçimlendirilişinde kaldığı açıktır. Yeni gereksinmeler, yeni işlevler, yapıların iç düzenlemelerinde neo-klasik bir tutuma olanak vermemiştir. Salt cephe süslemelerinde, antikçağın mimarlık elemanlarının biçimlerine duyulan romantik bir hayranlıkla seçmecilik (eklektisizm) gerçekleşmiştir. Yeniçağın gereği olan bir mekân anlayışını yanı sıra getirmeyen bu mimarlık akımına on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılda çeşitli kurum ve kişiler tarafından tepki gösterilmiştir. Almanya’daki Werkbund, Glaeserne Kette, Bauhaus gibi kurum ve grupların ya da ABD’de Frank Lloyd Wright, Adolt Loos gibi kişilerin çabalarıyla modern çağdaş mimarlığın temelleri atılmıştır. Kuşkusuz, bir geçiş dönemi üslubu olan ‘Yeni Sanat - Art Nouveau’, on dokuzuncu yüzyılın sonuyla yirminci yüzyılın başında mimarlığa yeni görünümler kazandırmış; mimarlar, sanatçılar yeniyi arayıp çağın gereğini yapmaya çalışmışlardır. Osmanlı topraklarında da özellikle İslanbul’da Raimondo d’Aronco öncülüğünde gelişen bu akım, bundan sonraki akımların daha çağdaş olmaları yolunda ışık tutmuştur.
2Kuban, D., ‘Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme’, İstanbul, 1954, s. 24-26.
3Keleş, R., ‘100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu’, İstanbul, 1972, s. 26.
4Özkan, S., ‘Mimar Vedat Bey (Tek)’in Üç Özgün Suluboya Çizimi’, Çevre 6/79, s. 69.
5Tapan, M. – Sözen, M., ‘50 Yılın Türk Mimarisi’, İstanbul, 1973, s. 100-101.
6Konyalı, İ.H., ‘Konya Tarihi’, Konya, 1964, s. 81.
7Atatürk’ün 22 Eylül 1924’te Samsun ili öğretmenleriyle yaptığı konuşma. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi; Bingöl, V., Atatürk’ün Millî Eğitimimizle İlgili Düşünce ve Buyrukları, Ankara, 1970, s. 31.
81939’da Hatay’ın katılmasıyla ülkenin büyüklüğü 776 bin kilometrekare olmuştur.
9‘Mübadele, İmar ve İskân’ yasasıyla bu adı taşıyan bir bakanlık da kurulmuştur. Ancak bu bakanlık bir yıl sonra kaldırılarak, görevleri İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan İskân Genel Müdürlüğü’ne verilmişti. Bu örgüt 1958’de İmar ve İskân Bakanlığı’nın kuruluşuna kadar geçen 35 yıl içinde İçişleri Bakanlığı’ndan Sağlık ve Tarım bakanlıklarına geçmiş, daha sonra Başbakanlık ve en sonunda İmar ve İskân Bakanlığı’na bağlanmıştı. Bkz. Tekeli, İ. ve başkaları, A.g.k., s. 442-443.
10Tekeli, İ. ve b., A.g.k., s. 444.
İzmir’le ilgili planın, Fransız Rene Danger tarafından 1923’te yapıldığı görülmektedir. Bkz. Alsaç, Ü., Türkiye'deki Mimarlık Düşüncesinin Cumhuriyet Dönemindeki Evrimi, 1976, s. 215.
11Keleş, R, A.g.k., s. 6.
12Akçura, T., Ankara, Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti Hakkında Monografik Bir Araştırma, 1971, s. 15.
Mechin, B., ‘Mustafa Kemal ve Yeni Başkent Ankara’, Atatürk’e Saygı, 1969, s. 312-317.
13Akçura, T., A.g.k., s.19.
14A.g.k., s. 19.
15Méchin, B., A.g.k., s.312-317.
16Yavuz., F., ‘Başkent Ankara ve Atatürk’, Atatürk’e Saygı, 1969, s. 228
17Keleş, R., ‘Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi’, 1971, s. 1.
18Glasneck, J., ‘Kemal Atatürk und die moderne Türkei’, 1971.
19Hermann Jansen 1928-1939 yıllarında Türkiye’de bulunmuş ve Ankara İmar Müdürlüğü danışmanlığı yapmıştır. Ayrıca Mersin, Adana, Ceyhan, Gaziantep ve İzmit imar planlarını da yaptığı görülür. Bkz. Alsaç, Ü., A.g.k., s. 217. Ayrıca Ankara’da biri Eski Ankara, öteki de Yenişehir’de olmak üzere iki yöresel imar planı, Alman mimar Heussler tarafından düzenlenmiştir. Bkz. A.g.k., s. 215.
20Tekeli, İ. ve b., A.g.k., 1976.
21Kandemir, S., ‘Ankara Vilâyeti’, 1932, s. 141-142.
22Kandemir, S., A.g.k., s. 147.
23A.g.k., s. 147.
24A.g.k., s. 147.
251945’te İller Bankası’na dönüşmüştür.
26Avcıoğlu, D., A.g.k., s. 232-239; Afetinan, A.g.k., s. ek.
27Bruno Taut, Türkiye’de 1937-38 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocalık yapmıştır. En önemli yapıtları Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’dir. Ayrıca Ankara ve Atatürk liselerinin mimarıdır (1937-1940). Millî Eğitim Bakanlığı Teknik Öğretim danışman mimarlığı, İTÜ Mimarlık
28 Avcıoğlu, D., A.g.k., s. 179.
29 Prof. S. Hakkı Eldem’in yürüttüğü Millî Mimari Seminerleri ve geleneksel konut mimarlığı üstüne yaptığı çalışmalar, bu dönemle ilgili örnek çalışmalardır.
30 Tapan, M. ve Metin Sözen, A.g.k., s. 193-197. Bu dönemde İkinci Ulusal Mimarlık akımından etkilenmeyen genç Türk mimarları da vardı. Ankara Sergievi (daha sonraları P. Bonatz tarafından Opera’ya dönüştürülmüştür) mimar Şevki Balmumcu tarafından 1933’te tasarlanmıştır.
Kaynaklar:
İnan, Afet ‘Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi’, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1977.
İnan, Afet ‘Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı’ 1933, Ankara, TTK.
Akçura, Tuğrul, ‘Ankara’, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yayını, no. 16, 1971.
Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Ankara, 1959.
Alsaç, Üstün, ‘Türkiye’deki Mimarlık Düşüncesinin Cumhuriyet Dönemindeki Evrimi’, Trabzon, Karadeniz Teknik Üniversitesi, 1976.
Ankara İl Yıllığı, Ankara, 1967.
Arseven, Celal Esat, ‘Yeni Mimarî’, İstanbul, 1931.
Atay, Falih Rıfkı, ‘Çankaya’, Ankara, 1968.
Avcıoğlu, Doğan, ‘Türkiye’nin Düzeni, Dün - Bugün Yarın’, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1969.
Baydar, Mustafa, ‘Atatürk ve Devrimlerimiz’, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1973.
Bayındırlıkta 50 Yıl, Ankara, TC Bayındırlık Bakanlığı, 1973.
Bingöl, Vasfi, ‘Atatürk’ün Millî Eğitimimizle İlgili Düşünce ve Buyrukları’, Ankara, Türk Dil Kurumu, 1970.
Cezar, Mustafa, ‘Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi’, İstanbul, 1971.
50 Yılda İmar ve Yerleşme 1923-1973, Ankara, TC İmar ve İskân Bakanlığı, 1973.
Elibal, Gültekin, ‘Atatürk ve Resim-Heykel’, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1973.
Galanti, Avram, ‘Ankara Tarihi’, 2 Cilt, İstanbul, Tan Matbaası, 1950/51.
Glasneck, J, ‘Kemal Atatürk und die moderne Türkei’, Berlin, 1971.
Holzmeister, Clemens, Architekt in der Zeitenwende, Selbstbiographie, Werkzeichnis, Salzburg, Stuttgart, Zürich, 1976.
Joedicke, Jürgen, Moderne Architektur Strömungen und Tendenzen, Stuttgart, 1969.
Kandemir, Selahattin, ‘Ankara Vilâyeti’, Ankara, Türk Maarif Cemiyeti Neşriyatı, 1932.
Keleş, Ruşen, ‘Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1971.
Keleş, Ruşen, ‘Şehirciliğin Kuramsal Temelleri’, Ankara, AÜSBF, 1972.
Keleş, Ruşen, ‘100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu’, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1972.
Kuban, Doğan, ‘Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme,’ İstanbul, 1954.
Konyalı, İsmail Hakkı, ‘Konya Tarihi’, Konya, 1964.
Kömürcüoğlu, Eyüp, ‘Ankara Evleri’, İstanbul, 1950.
Naci, Fethi, ‘100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri’, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1970.
Özer, Bülent, ‘Rejyonalizm, Universalizm ve Çağdaş Mimarimiz Üzerine Bir Deneme’, İstanbul, 1964.
Sözen, Metin-Tapan, Mete, ‘50 Yılın Türk Mimarisi’, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları 122, 1973.
Tekeli, İlhan-Gülöksüz, Y.- Okyay, T., ‘Gecekondulu, Dolmuşlu İşportalı Şehir’, İstanbul, Cem Yayınevi, 1976.
‘Türkiye Cumhuriyetinin İkinci Sanayi Planı 1936’, Ankara, TTK., 1973, Önsöz: Prof. Dr. Afetinan.
Tütengil, Cavit Orhan, ‘Azgelişmenin Sosyolojisi’, İstanbul, 1970.
Villalta, B.J., ‘Atatürk’, Ankara, TTK. 16, 1979.
Yavuz, Fehmi, ‘Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz’, Ankara, 1952.
Yerasimos, Stefan, ‘Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye’, C. III, 1. Dünya Savaşı’ndan 1971’e, Türkçesi: Babür Kuzucu, İstanbul, 1976.
Url-1: https://www.legacyottomanhotel.com/legacy-ottoman-hotel-historicaland-architectural-structure
Url-2: SALT Research, https://www.flickr.com/photos saltonline/12984852734/in/photostream/
Url-5: mimarliktarihi_/status/1073476971571699712